26 Ağustos 2008 Salı

İsmet Özel: İnsan geç kalmış yaratıktır

Alıntı: http://www.wakeup.org/anadolu/02/3/istanbul.html

"Ah nice bir uyursun uyanmaz misin
Göçtü kervan kaldik daglar basinda.


"Çok önemli isaretler veren bir ilahi bu... Ilk fark etmemiz gereken sey yaratilmis bulundugumuzdur. Yaratilmis olmak, basimiza gelen en vahim seydir. Ezelle ebed arasinda bir alanda oldugunu farketmektir, yaratilmis olmak.

"Bu ilahide hayat macerasi bir hac yolculugu gibi tasvir edilmistir. Hac yolculugunda bir kervan konaklamis, bunlar uyuyup kalmislar, uyandiklarinda kervanin göçüp gittigini fark etmisler. Insan olarak yaratilmisligimizi fark etmemiz bu duruma çok denk düsüyor. Biz burada geç kalmis yaratiklar olarak bulunuyoruz. Yaratilmisligimizla geç kalmisligimiz üstüste düsüyor. Bana göre insanin tarifi: 'geç kalmis yaratik'tir. Neye? Her seye... Insanin dogumdan ergenlige kadar zamani dis etkinliklere açik zamanidir. Böylece insanin yargilar verebildigi bir döneme geliyoruz. Karar alacagiz, fakat biz bu kararlari alirken her sey olup bitti. Yani biz hiç bir zaman karari zamaninda veremeyiz. Biz ancak geç karar veririz. Çünkü, birincisi, dogdugumuz zamani hatirlamiyoruz. Ancak doldurma bilgilere sahibiz. Ikincisi farkinda olmadigimiz etkilerle olustuk. Yani bir konuda bir sey yapabilecek ya da söyleyeceksek bu konudaki donanimimiz için çok geç kaldik... Bu ilahideki 'göçtü kervan kaldik daglar basinda' nakarati da bu geç kalmisligimizla alakali."

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Amak-ı Hayal'den *

“… Bundan sonra Hürmüz ile Ehrimen birbirlerini yalanlaya yalanlaya sonunda birbirlerine hücum edecek kadar ileri gittiler. Yalnız yüksek tahtta oturan Nur Perisi elindeki küreyi aralarına uzattı:

- Henüz vakit gelmedi, boş yere uğraşmayınız. Çarpışma, size tabi bulunanların arasında olacaktır, dedi.

Bunun üzerine Hürmüz

- Beni seven meydana çıksın, diye seslendi.

Aynı sözü Ehrimen de söyledi.

Ertesi gün sabahleyin kösler, davullar çaldı. Ehrimen tarafından bir er çıktı. Bizim taraftan biri onu karşılamaya çıktı. Bu şekilde, o gün her iki taraftan yirmi kadar kavgacı ortaya çıkıp birbirleriyle savaştılar. Bazen Ehrimen tarafı, bazen bizim taraf galip geliyordu. .…Yedinci gün bizim taraftan çıkan bir pehlivan akşama kadar galip geldi. Ehrimen tarafından elli kişi öldürüldü. Artık bizim tarafın sevincine diyecek yoktu….O gece bizim tarafın casusları ertesi gün Ehrimen’in mağlup edilmemiş pehlivanlarından birinin meydana çıkacağını haber verdiler. Herkes telaş içindeydi. Bu, Ehrimen’in Nifak adındaki cadısıydı. İşin garibi Nifak cadısı kıyamete kadar yaşamaya mahkumdu. Bunu öldürmek mümkün değildi.....Ertesi sabah köslerin ve dümbeleklerin sesiyle Nifak cadısı ortaya çıktı. Heybetli bir pehlivandı. Baştan aşağı çelik zırhlara bürünmüş büyük atını oynatarak:

- Kavgacı nerede? Ben o pehlivanım ki, keskin kılıcım nice çelik zırhlı kafaları yarmıştır. Ben o yiğidim ki, okum nice sağlam göğüsleri delmiştir. Var mı bana karşı çıkacak? diye nara attı.….

Nifak cadısı o gün otuz pehlivanı öldürdü. Üç gün boyunca Nifak ortaya çıktı. Her gün otuzar kırkar kişiyi telef ederek galibiyet kendinde kaldı. Dördüncü gece bizim tarafta önemli hazırlıklar görülüyordu. Herkesin yüzünü kaplayan üzüntü kaybolmuş, yerine ümit ışığı doğmuştu.

Rehberime sordum. Bana:

- Yarın Hürmüz’ün has adamlarından Muhabbet pehlivan ortaya çıkacaktır. Bu melun Nifak’a ondan başka kimsenin galip gelemeyeceği anlaşıldı…

Ertesi sabah Nifak cadısı Muhabbet pehlivanı görür görmez gözleri öfkesinden kan çanağına döndü.

- Üç gündür seni bekliyordum. Hele gelebildin. Ölüme hazır ol, dedi.

Muhabbet pehlivan düzenli ve ahenkli bir nara attı:

- Beni bilen bilsin, bilmeyen öğrensin ki, ben Muhabbet pehlivanım. Arslan gibi pençem yürekleri paralar. Kahramanca pazularım kafaları koparır. Ey Nifak bilirsin ki, ben ne zaman meydana çıksam seni tepelerim.

...Her ikisi de birbirlerine hücum ettiler. Kılıçları kalkanlarına çarptıkça ateş çıkıyordu. Üç gün boyunca üstünlük sağlayamadılar. Üçüncü gün, güneş tam tepeye gelmişti ki, Muhabbet arslana benzeyen bir darbe ile Nifak’ı yere serdi. Hürmüz’e bağlı olanların sevinç sesleri gökyüzünü doldurdu. Ehrimen’e bağlı olanların hiddeti dünyayı titretti. Yedi gün Muhabbet pehlivanın karşısında kimse tutunamadı. Yedinci günün gecesi casuslar Ehrimen’in ertesi gün çok meşhur bir pehlivanı çıkaracağını söylediler. Gerçekten de ertesi gün güneşin doğuşu ile birlikte Ehrimen tarafında gürültüler koptu. Meydana çıkan Ehrimen taraftarı çok heybetli bir devdi. Sarı bir deveye binmiş elinde insan büyüklüğünde bir gürz vardı. Meydanı dolaştı:

- Ey Hürmüz’ün dostları, bana hanginiz karşı gelecek? Bana Gazap (Öfke) pehlivan derler. Şimdiye kadar karşımda pek az kimse sağ kalmıştır.

Gazap pehlivan üç gün boyunca çarpıştığı Muhabbet pehlivanı üçüncü gün sonunda bir gürz darbesiyle yere yıktı. Henüz ölmemişken bu güzel pehlivana acımadan dişleriyle vücudunu paramparça etti. Kalbini kopararak Ehrimen’in önüne attı.

- En büyük düşmanlarımızdan Muhabbetin kalbi ayaklarınızın altında sürünsün, dedi.

Bu dehşetli ölüm bizi kalbimizde yaraladığı halde, Ehrimen taraflarını sevinç deryasına boğdu. Gazap pehlivan günler boyunca üstün geldi. Bu kavga festivali başlayalı otuz sekiz gün olmuş, Gazab’ı bizim taraftan mağlup eden çıkmamıştı. Nur Perisinin elindeki kürenin sağ tarafını da karanlık kaplamaya başlamıştı. Hürmüz’ün veziri Salah yanımıza gelerek, Gazab’ı ancak Hikmet pehlivanın öldürebileceğinden bahsederek, ertesi gün ortaya çıkmasının Hürmüz tarafından emredildiğini söyledi….Çadırımıza döndüğümüzde rehberim gayet ciddi bir tavırla:

- Bu Hikmet pehlivan kimdir biliyor musun, dedi

- Hayır, cevabını verdim.

- Hikmet pehlivan sensin. Bu gece uyku uyumanın zamanı değildir. Yarın Ehrimen’in ikinci pehlivanı Gazap ile çarpışacaksın. Gecenin geri kalan kısmını ibadet ve kılıç eğitimi ile geçireceğiz, dedi.

Hayretimden dona kaldım. Bana bu kadar önemli bir görev verileceğini aklımdan bile geçirmemiştim. Özellikle adımın Hikmet Pehlivan olduğunu bilmiyordum.…Güneşin doğuşu ile birlikte atıma binerek hazırlandım. Gazap ortaya çıktı. Karşısına dikildim. Adımı sordu.

- Hikmet pehlivan, dedim.

Bana,

- Behey biçare! Senin gibi mazlum ve kendi halinde bir abdal benim gibi kükremiş bir arslan ile dövüşebilir mi? Hadi defol git! Sen zararsız bir bunaksın. Senin kanını dökmek bana yakışmaz dedi.

Ben de cevaben:

- Senin beni yeneceğini hiç sanmıyorum. Acaba zırzopluğuna mı güveniyorsun. Hadi fazla konuşma, ölümüne hazır ol, dedim.

Gazap kızdı ve üstüme hücum etti. Kendimi bu devin öldürücü darbelerinden kurtarmak için çok çevik olmak zorundaydım. Akşama kadar uğraştık. Bana bir darbe bile isabet ettiremedi. Yalnız ben de bu deve bir şey yapamadım.

Ertesi sabah üzerime saldıracak vaziyet aldı. Rehberimin verdiği taktik icabı:

- Vay başında ne var, dedim.

Elini başına götürdü. Ben de zırhsız olan koltuğunun altından tam kalbine doğru kılıcımı salladım. Gazap korkunç bir nara atarak yere düştü. Kan kusmaya başladı. Ehrimen tarafından öfkeli feryatlar göklere çıktı.

Nur Perisinin elindeki küre baştan başa nur olmaya başladı. Öğleye kadar birçok düşman temizledim. Yalnız öğle vakti karşıma yüzü örtülü bir pehlivan çıktı. Beyaz bir filin üzerindeki bu pehlivan meydana çıkar çıkmaz, Ehrimen’in yüzü sevincinden hileli bir ürperme ile doldu. Hürmüz son derece üzüldü. Nur Perisine dönerek:

- İzid, İzid! Maksadın nuru mahvetmek mi? Merhamet...Merhamet…Merhamet…dedi.

İzid:

-Ehrimen’in hakkıdır. Ne yapalım, istediğini çıkarır, cevabını verdi.

Ehrimen gülüyordu. Hürmüz kederli boynunu büktü.

- Emir senindir, dedi.

Yenileceğime işaret olan bu konuşmayı herkes gibi ben de duyuyordum. File binmiş olan pehlivan gururla meydanı dolaştı. Gök gürültüsüne benzer bir nara attı:

- Ey benim kudretimi inkar eden gafiller! Bilin ki ben pehlivanlar pehlivanı, kahramanlar kahramanı Nefs-i Emmare’yim. Şimdiye kadar teker teker yenemediğim hiç kimse yoktur. Ben beş bin şekle girerim. Bin türlü silaha sahibim. (Bana dönerek) Ey miskin Hikmet! Gel kendi rızan ile teslim ol! Seni en iyi şekilde kullanayım. Sen abdal ve aciz bir yaratıksın. Benim elimde bir sinek kadar değerin yoktur. Fakat her nedense seni seviyorum. Çünkü bana hizmet ettiğin oldu. Hadi kılıcını teslim et de kurtul, dedi.

….Hiçbir teslim olma teklifini kabul etmedim. Bunun üzerine kavgaya başladık. Ben bildiğim vuruşların hepsini denedim. Hiçbir etkisi olmadı. Nefs-i Emmare bana karşılık vermeye tenezzül etmiyor, durumuma gülüyordu. Nihayet en etkili olduğunu bildiğim son darbe olan “azm-i kavi” (sağlam azim, irade) adındaki darbeyi indirmeyi tasarladım. Vurmaya uygun bir vaziyet almak için çalışmaya başladım. Emmare işi anladı:

- Ya!...Beni mutlaka yok etmek istiyorsun demek! Dur öyleyse dedi. Ve tam kılıcı böğrüne sokacağım sırada yüzündeki perdeyi kaldırdı. Hayal edemeyeceğim bir güzellik gözlerimi kamaştırdı. Kılıç elimden düştü. Emmare kemerimden tutup beni filin üzerine aldı. Ehrimen’in huzuruna getirdi, teslim etti….

Ben yenildikten sonra, İzid’in elindeki küreden yavaş yavaş nur kalkmakta ve karanlık her tarafı kaplamaktaydı. Ehrimen tarafı galip gelmişti:

- Karanlıklar! Karanlıklar! Aslolan karanlıklardır. Galip geldik, diye bağırıyorlardı.

Bizim taraf ise:

- Ey nurun nuru. Nurunu kaldırma, diye yalvarıyordu.

Hürmüz, Nur Perisinin önünde secde etti.

- Eşsiz İzid! Medet, medet! Senden medet! Senin başın, senin hakkın için, dedi.

Hürmüz başını secdeden kaldırmıyordu. Ehrimen ise başını göğe doğru kaldırmıştı. Karanlık, küreyi o derece kaplamıştı ki, ancak kenarında bir nokta kadar nurani lekecik kalabilmişti. İşte o sırada uzaktan bir ses işitilmeye başladı. Bu ses, erkekçe olduğu kadar latif, latif olduğu kadar erkekçe idi. Şarkı söylüyordu. Nihayet karanlıkların içinde, yüzünün nurundan etrafı aydınlanan ve bu şekilde kendisi tamamıyla fark edilen bir süvari göründü. Dört ayaklı, altın boynuzlu, neft yeşili renginde bir ejderhaya binmiş olan bu pehlivan; güzellik timsali yahut güzellik kaynağı denecek kadar güzeldi. Kıvırcık ve kestane rengine yakın, daha doğrusu bazen siyah, bazen kırmızımsı görülen kıvırcık saçları omuzlarına dökülmüştü. Başında kıymetli taşlarla süslü bir taç, üzerinde yeşil renkli ipek bir elbise vardı. Şarkı söylüyordu. Biz de ürkek ürkek o yüce sesi dinliyorduk:

Ben oyum ki, heybetim kainatı titretir
Ben oyum ki, kuvvetim herkese üstün gelir
Ben oyum ki, her kim olsa önümde boyun eğer
Ayak bastığım toprağa, insanlar secde eder
Ben oyum ki, kahramanlar arasında yoktur benzerim
Kahramanlar zümresi hizmetçileridir kale’min
Ben oyum ki, adalet terazimde eşittir tüm insanlar
Bence hep aynıdır köleler ve şehinşahlar
Kılıcıyım kısaca İzid’in azamet ve kudretinin
AŞK'ım ben, heybetim kainatı titretir

(Ben oyum ki satvetimden kainat lerzândır,
Ben oyum ki zûr-i bazum hakim-i her cândır.
Ben oyum ki her kim olsa serfuru eyler bana
Hak-i payim secdegah-ı zümre-i insandır
Ben oyum ki siret-i merdide yoktur benzerim
Hadimin’i barigahım zümre-i merdandır.
Ben oyum ki, mizan-ı adlimde müsavi cümle halk
Şehinşahlarla gedalar bence hep yeksandır
Hasılı, şemşir-i izz-ü kudretiyim İzid’in
AŞK'ım ben, satvetimden kainat lerzandır)

....”

* Amak-ı Hayal (Hayalin Derinliklerinde), Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi

30 Ocak 2007 Salı

Münacaat

Son dönem alimlerinden Elmalılı M. Hamdi Yazır'dan güzel bir münacaat:

İlahi,
Hamdini sözüme sertac ettim
Zikrini kalbime mi'rac ettim
Kitabını kendime minhac ettim
Ben yoktum var ettin
Varlığından haberdar ettin
Aşkınla gönlümü bi-karar ettin
İnayetine sığındım, kapına geldim.
Hidayetine sığındım, lütfuna geldim
Kulluk edemedim, affına geldim
Şaşırtma beni, doğruyu söylet
Neş'eni duyur, hakikatı öğret
Sen duyurmazsan ben duyamam
Sen söyletmezsen ben söyleyemem
Sen sevdirmezsen ben sevemem
Sevdir bize hep sevdiklerini
Yerdir bize hep yerdiklerini
Yar et bize erdirdiklerini
Sevdin habibini, kainata sevdirdin
Sevdin de hıl-at'i risaleti giydirdin
Makam-ı İbrahim'den Makam-ı Mahmud'a erdirdin
Server-i asfiye kıldın
Muhammed Mustafa kıldın
Salat-ü selam, tahiyyat ü ikram
Her türlü ihtiram O'na,
Onun ailesine, aline, ahbabına
Ashabına ve etbaına Ya Rab!

5 Ocak 2007 Cuma

Matrix, gerçeğin çölü ve hakikati inkara şartlanmış olanlar

Son zamanların en dikkat çekici filmlerinden biri olan Matrix'de, Neo kırmızı hapı seçince, Morpheus ona şöyle sesleniyordu: “Gerçeğin çölüne hoş geldin.” Filmde, Cypher karakteri ise hain olarak tasvir ediliyordu; Yahuda’nın (Judas) filmdeki karşılığı bir anlamda. Cypher, iç çatışmalarının ardından arkadaşlarına ihanet ederken ajanlara şunları söylüyordu:

- Bu bifteğin gerçek olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda matrix’in beynime bunun taze ve sulu olduğunu söylediğini biliyorum. Ama dokuz yıldan sonra neyi fark ettim biliyor musunuz? Cehalet mutluluktur.
Bunu alıntıladıktan sonra, Muhammed Esed'in "Kur'an Mesajı" isimli tefsirinde "küfür" kelimesini "hakikati inkara şartlanmışlıkla" karşıladığını da ayrıca hatırlayalım. İlginçtir, Cypher’in söylediği sözlerde işte tam bu var. Çünkü küfür, nefsin arzularının tatmini uğrunda, bile bile hakikate sırt dönmek demektir.

Ama iş burada kalmıyor. Morpheus’un dillendirdiği “gerçeğin çölü” ifadesine tekrar dikkat çekmek istiyorum. Bu sözde derin bir bilinçaltının izleri mevcut. Film boyunca realite, kuru, tatsız, zevksiz ve yaşaması ve katlanması zor bir hayat olarak tanımlanıyor. Yani Morpheus’un, Trinity’nin veya Neo’nun zihin yapısını bu bağlamda Cypher’den ayıran çok fazla şey yok.

Filme göre hakikat, katlanılması gerekli ama tatsız bir olgudur, ve hakikati kabul eden kişi bütün zevk ve güzellikleri matrix'te bırakıp gelmektedir. Bu, aslında tam da Batılı zihin yapısının dışavurumudur. Batılı kafa, hakikatteki sadeliği sevmez. Tam tersine yaşanmaz bir yerdir hakikatin dünyası. Bu yüzden de Batılı insan tipi, başını kendi zevklerine göre tasarlanmış yalancı bir simülasyon olan matrixten dışarı uzatmak istemez. Sözkonusu yalancı matrix, haksızlık ve adaletsizliklerle örülmüş, ötekilerin kanı ve teri pahasına kurulmuş olsa bile.

Batılılar bu bağlamda tam da Cypher’in “cehalet mutluluktur” aforizmasına uygun tavırlar sergiler. Hakikatin tatsız ve kendi menfaatlerine dokunan dünyasına geçmektense, matrix’i kutsamayı evla sayar. Mesela içlerinden biri çıkar ve dünyadaki adaletsizliğin Tanrı’nın dileği olduğunu ve bunu kabullenip buna uygun davranmak dışında bir şey yapamayacaklarını söyleyiverir, yani matrix'i kutsallaştırma yoluna gider.

Batı dünyası yüzyıllardır Yahuda’nın zihin yapısıyla İsa’yı takip ettiğini söyleyip duruyor. Fakat kendi kendine söylediği bu yalana inanmaya daha ne kadar devam edecek?

Bütün bunları neden mi anlatıyorum? Batı’nın bu gönüllü matrix tutsaklığını Lübnan Savaşında da gördük. Başta ABD olmak üzere pek çok Batı hükümeti ve genel kamuoyu, çocuk katliamlarına göz yumma alçaklığını gösterme pahasına İsrail’in arkasında durdu ve bu katliamı çeşitli yollarla meşrulaştırma yoluna gitti. Asıl işgalci ve teröristin İsrail olduğu gün gibi ortadayken, Batılı kafa yapısı bunu kabullenmeyi, içine iyice yerleştiği sahte gerçekliğin devamı için bir tehlike olarak gördü. Yine hakikate sırt dönmeyi seçti.

2 Ocak 2007 Salı

Günde kaç vakit namaz var?

Kelimenin Aslı başlıklı yazıda İslam dünyasında Arap dili üzerine çalışmalara yoğunlaşılmasının en başta gelen nedeninin Kuran'ın doğru bir şekilde anlaşılması olduğunu belirtmiştim. Aşağıda dili kullanarak Kuran'ın doğru bir şekilde anlaşılmasına ilişkin güzel bir örnek var.

Konu, günde kaç vakit farz namaz bulunduğuyla ilgili. Bir kısım insanlar Kur'anda anılan namaz vakitleri sayısının üç olduğunu söyleyerek kafa karıştırıyorlar. Şimdi konuyla ilgili bir alıntı yapacağım:

"Namazları ve orta namazını (üstlerine düşerek, titizlik göstererek) koruyun ve Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak (namaza) durun."(Bakara Suresi, 238)

Ayet-i kerimede "namazlar" anlamındaki "salâvat" kelimesi çoğuldur. Arapça da çoğul üçten başlar. "İki'' ye tesniye denir ve ''iki namaz'' sözü "salateyn'' şeklinde söylenir. Demek oluyor ki, ayetteki ''salavat'' sözünden en az üç namaz anlaşılır.

Ayrıca bir de "orta namaz" var. Çünkü matuf, üzerine atıf yapılandan ayrıdır. Bu sebeple "orta namaz", "namazlar'' ifadesine dahil olmadığı gibi, her iki yanında eşit sayı bulunmadığı için, üç namazın arasında yer alacak bir namaza ''orta namaz'' denilmesi de mümkün değildir.

O halde, ayetteki "salavat" kelimesi, en az dört namazı ifade eder. Orta namaz buna eklendiğinde beş vakit namaz ortaya çıkar. Orta namazın ikindi namazı olduğu bazı hadislerde açıklanmıştır.

29 Aralık 2006 Cuma

Kıyametten önce?

Şeyh Abdulkadir Es-Sufi (Ian Dallas) müslüman oluşunu anlattığı Gariplerin Kitabı isimli kitabına şu öyküyle başlar:

...bir uzun sessizlikten sonra, si hamud elini kolumun üzerine koydu ve konuştu; kıyametin nasıl kopacağına ilişkin bir hikâye anlatılır. dünyanın muazzam kalabalığı gırtlağına kadar cehalete, şiddete ve cinnete gömülmüştür. kocaman milyonluk şehirlerden birinde iki halsiz ihtiyar kadın, unutulmuş, canlı cenazeye dönmüş görünüşleriyle bir köşeye büzülmüş bu bitip tükenmek bilmeyen korkunç sahneleri gözlemektedir. kadınlardan biri ötekine döner ve şöyle der,

"felaket, şunlara bak. her birimize bir bak. hiç bir şey anladığım yok. nedendir? bu büyük âlem, bu dünya, bu milyonlarca insan neden böyle aşağılık halde? anlamı ne bunun? bir bilen oldu mu hiç?"

uzun bir sessizlikten sonra, öbür kadın elini arkadaşının kolu üstüne koydu, şöyle dedi; "hatırlıyorum, henüz çok genç bir kızken, uzun, çok uzun zaman önce garip bir adam gelmişti şehrimize. bizim gibi paçavralar içindeydi ve sivri bir külâh vardı başında. hâlâ hatırlıyorum elini kolumun üstüne koyduğu zaman gözlerinde doğan sükûneti, o anda bana şöyle fısıldamıştı; la ilâhe illallah.."

28 Aralık 2006 Perşembe

Slavoj Žižek ve "keyif al" emri

İnternette NTV'deki programın çözümüne ulaştım. Şimdiki alıntılar o çözümden. Programın ilerleyen bölümlerinde, aslında bir önceki mesajda aktarmaya çalıştığım tutsaklık konusuyla bağlantılı bir başka şey anlatıyor Zizek.

Psikanaliz içselleştirilen yasak ve bastırmaları çözümleyerek gerçek hazza ulaşmayı hedeflemiştir. Fakat artık çağımızın meselesi bu değil, iktidardaki ideolojinin "hayatın keyfini çıkarın" diye emretmesidir. "Deneyimlediğimiz keyfin kendisi, en içten haliyle empoze edilmiş ve ısmarlanmış bir şey. Keyfi asla kendiliğinden yaşamıyor, keyif duymak için gelen belli bir emri izliyoruz” diyor Zizek.

“Bu duruşun başımıza açtığı belanın olumsuz kanıtı, günümüzde gerçek ve kısıtlanmamış tüketimin, uyuşturucu, özgür seks ve sigara gibi ana kollar üzerinden asıl tehlike olarak belirmeye başladığı gerçeğidir.”

Buna göre artık sorun nasıl keyif alabileceğimiz değil “keyif almamızı buyuran” o emirden nasıl kurtulabileceğimizdir.

22 Aralık 2006 Cuma

Slavoj Žižek ve ortak mavi mürekkebimiz

Bir ara NTV'de Slavoj Zizek (ok. Jijek) hakkında bir belgesel çıkmıştı. Oradan bir anekdot:

Doğu Almanya'dan bir adam çalışmak üzere Sovyetler Birliği'ne gitme kararı verir. Arkadaşları orada yaşadıklarını yazmasını isterler. Fakat mektubun okunacağını bildiklerinden aralarında şöyle bir anlaşma yaparlar. Mektupta hep güzel şeylerden bahsedilecektir. Fakat mavi mürekkeple yazılmışsa içeriği doğrudur. Kırmızı mürekkep kullanılmış ise yazılanların tamamen tersi geçerlidir.

Birkaç ay sonra ilk mektup gelir. Mavi mürekkeple yazılan mektup şöyle demektedir:

"Sevgili arkadaşlarım, 3 aydır buradayım. Çok iyi şartlarda bir iş buldum. Burada yaşam standartları çok iyi. İnsanlar görkemli binalarda oturuyorlar ve güzel eşyalara sahipler. Tam anlamıyla bolluk var, dükkanlar mal ile dolu. Maalesef bulamadığım tek şey kırmızı mürekkep."


Zizek, bu fıkrayla analoji yaparak, özgür olmadığımız halde, bunu ifade edecek dilden yoksun olduğumuz için kendimizi özgür zannettiğimizi söylüyor. Özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi içi boşaltılmış kavramlar, mavi mürekkebimizi teşkil ediyorlar. Doğu Almanyalı adamın yaptığı gibi ancak dolaylı yollardan ifade edebiliyoruz tutsaklığımızı.

18 Aralık 2006 Pazartesi

Dünya bir köprüdür


İbnü'l-Arabi'ye bir dostu, 'bana' dedi, 'dünyayı anlat.'

İleride, derin, kayalık bir vadide çağıldayarak akan ırmağın iki yamacını birbirine bağlayan tahta köprüyü gösterdi Şeyh, 'dünya buna benzer' dedi.

Arkadaşı bir şey anlamamış gibi baktı.

Şeyh, 'bir yer değildir' dedi, 'oraya yerleşemezsin, geçip gidersin.'
Alıntı: http://munzevira.blogcu.com/1171659

16 Aralık 2006 Cumartesi

Marx ve Normalliğin Patolojisi

Erich Fromm’da okuduğum bir konu oldukça ilginç.* Fromm, Marx’ın düşüncesinde psikolojiye ilişkin izler ararken ilginç bir konuya dikkat çekiyor: “Normalliğin patolojisi” (pathology of normalcy).

Marx, insanı yönlendiren dürtüleri sabit ve görece (relative) dürtüler olmak üzere ikiye ayırıyor. Açlık ve cinselliği sabit dürtülere örnek gösteriyor. Ama örneğin “para hırsının” veya “biriktirme hırsının” görece bir dürtü olduğunu söylüyor ve bunların insan doğasının ayrılmaz bir parçası olmayıp, kökenlerinin toplumsal yapılara ve üretim ve iletişim koşullarına dayandıklarını söylüyor.

Marx’ın önemli bir iddiası da dürtülerin insani ve hayvani niteliği noktasında. Yeme, içme ve cinsellik gerçek insan işlevleridir, fakat diğer insan etkinliklerinden koparılarak soyut olarak ele alınıp son ve yegane amaç haline getirildiklerinde, bunlar hayvansal işlevler olurlar. (Burada Marx ve Freud arasında belirgin bir fark vardır. Freud’a göre tüm insan faaliyeti bu temel dürtülerin tatmin edilmesine yöneliktir.)

İnsanın nesnelerle ilişkisinde de; nesne, insan nesnesi haline gelmemişse, yani nesneyle ilişkisi etken bir ilişkilenme olmayıp, bir nevi nesne tarafından kendine mal edilme şeklinde yürüyorsa, bu noktada insanın nesne içinde kayboluşu sözkonusudur.

Bu durum, insanın zihinsel ve bedensel olarak insanlıktan uzaklaşmasıdır. Böyle bir kayboluş, üretim şartlarının bir dayatması olarak tüm topluma malolmuşsa, o zaman bu bir hastalık olarak da görülmeyip, normal karşılanacaktır. Ercih Fromm buna “normalliğin patolojisi” demektedir.

Sağlıklı Toplum (The Sane Society) kitabında Fromm, kapitalist toplumu bu bakış açısından inceleyerek, kapitalist toplumda insanın gerçek tabiatını bozan, ve onu tabiatındaki gizli potansiyeli açığa çıkarmaktan alıkoyan patolojik unsurları inceliyor.

Sıradaki isimlerden biri Herbert Marcuse.
............................................................
*Erich Fromm, Psikanalizin Bunalımı, pp. 72-78

14 Aralık 2006 Perşembe

İnsan, kozmos ve zaman

Merhum Cahit Zarifoğlu'nun "Yaşamak" isimli güncesinden çok güzel ve anlamlı bir paragraf:

...Beton sekiler ve ta aşağılara kadar inişi kolaylaştırsın için üzerleri yer yer kumla kapalı beton merdivenler. Kenarları, başlama yerleri kumla örtülü. Kumsal bu sonradan ilave edilmiş ve insan eliyle yapılmışları kendi kararlı ve ağır mizacı içinde kapamaya çalışıyor. İnsanı, kömür ve petrol yataklarının oluşumunun aldığı uzun zamanların içine çekerek küçültüyor, bütün yeteneklerine rağmen insana dünyadaki hayatının küçücük geçici boyutlarını hatırlatıyor.

11 Aralık 2006 Pazartesi

Maurice Merleau-Ponty ve felsefenin krizi

Edmund Husserl'a göre Avrupa, bilim fikrini salt gerçeklik bilimi düzeyine indirgeyen pozitivizm'in etkisindeydi ve bu bilim hayata yönelik olma hasletini yitirmişti. Sözkonusu bilimsel krizi aşmak, ancak kendi geliştirdiği fenomenoloji (göstergebilim) ile mümkündü. Çünkü gelişmeleri hedefe yönelik bir zihniyet çerçevesinde ve son sorumluluğu taşıyan bir tarzda inceliyordu.

Oysa Maurice Merleau-Ponty krizin çok daha radikal olduğunu ve felsefi düşünme tarzının geleneksel araçlarıyla ifade edilemediğini düşünüyordu. Descartes'tan bu yana "düşünüyorum" (cogito) ifadesini mutlak hareket noktası gören felsefi düşünme tarzı başarısızlığa uğramıştı.

Rene Descartes, "nesnel" idrakin bizi doğanın hükümdarları ve sahipleri yapacağı kehanetinde bulunmuştu. Gerçekten de 17. yüzyıldan bu yana geçen sürede idrak, insanın dünyada hükümranlığına vesile olmuştur. Fakat bu düşünüş aslında çok daha eskiye, antik çağa kadar uzanır. Plato ve Aristo'ya göre ölümlü insan, sağduyusu ile tanrısal varlığı özgür bir biçimde idrak ederek, tanrı karşısındaki aczini tamamen aşamasa bile dayanılır seviyelere indirger, ve bunu yapabildiği ölçüde tanrısallıktan pay sahibi olurdu. Bu düşünme tarzı Avrupa ruhunun kökenidir.

Bu düşünme tarzı Hristiyanlık inancını da etkileyerek, Tanrı'yı evrenin dış yaratıcısı konumuna dönüştürmüştü. Doğa, yaratıcının bir eseri olarak nesneleştirilmişti. Artık amaç, kendisine ilahi bir armağan olan idrak yardımıyla doğa üzerinde hakimiyet tesis ederek cenneti yeniden kurmaktı.

Ve insan giderek doğanın yönlendiricisi, hükümdarı ve sömürücüsü haline dönüştü. Tanrı benzerliğine ulaşma arzusu, insani faniliğin korkuyla reddedilip, insanın bu şekilde hakim konumda idrak edilişini gitgide daha berlirginleştirdi.

Merleau-Ponty "Göz ve Ruh" başlıklı denemesine şöyle başlar: "Bilim nesneleri yönlendirir ve onların içinde var olma hakkından feragat eder...Öyle ki, sözkonusu nesne bizi hiç ilgilendirmiyor gibidir. Fakat görünüşe göre onun kaderi bizim sanatsal faaliyetlerimiz lehine önceden belirlenmiş gibidir de."

Merleau-Ponty, en başından itibaren bilimlerin bu eğilimini karşısında yer alıyordu. Varoluşun kendi anlamını dile getirmek, "nesnelerin kendilerine" işaret etmek, bir bakıma, onların sözlerini bitirmelerine izin vermek istiyordu. Bu amaç dikkate alındığında, "nesnelerin kendilerine doğru" diyen fenomenolojiden etkilenmesi normaldi. Ama yine de pozitivizmin arzuladığı, idrak eden özneyle idrak edilen nesnenin "tam örtüşmesi" ve "eksiksiz biliş" talebine mağlup olunmamalıydı.

Ona göre yeni bir felsefe için vazgeçilmez olan ve en başta gelen husus, tarihin temel hatlarının aksine, "hükmetmek istemeyen idrakin" yeteneklerini geliştirmekti. Buna göre, fenomenolojik düşünme tarzı "öznellik" felsefesini aşmalıydı.

"Hiç bu kadar radikal olmamış olan" kriz, öznellik felsefesinin, ve bu felsfenin seleflerinin ve haleflerinin, "tanrısal" hükümranlık talebinden kaynaklanan bir krizdi. Buna göre ilk başta gelen dönüşüm, insanın dünyasal varoluşunun başlıca özelliğine, yani faniliğine yönelik idrakte olmalıydı. Bu yeni idrak doğrultusunda her türlü tanrısallık talebinden vazgeçilmeliydi. Beşeri idrak, faniliğini, aşılması gereken değil kendisini mümkün kılan bir husus olarak idrak etmeliydi.

Kaynak: 20.Yüzyıl Filozofları- Margot Fleischer- İlya Yayınları-2003 (Çeviri iyi)

8 Aralık 2006 Cuma

Defin adetleri üzerine

"Menakıb-ül Arifin" de okumuştum çok önce. Mevlana'nın da bulunduğu bir mecliste, biri "hristiyanlar ölülerini tabutla gömerken, neden müslümanlar sadece ince bir bezle örterek toprağa bırakıyor, hikmeti nedir?" diye sormuş. Herkes kendine göre bir cevap vermeye çalışmış. Meclistekilerden biri şöyle demiş:

Selçuklu mezar taşları

İnsan topraktan yaratılmıştır. Ağaç da topraktan yaratılmıştır. Yani toprak her ikisinin de anasıdır. Hristiyanlar ölülerini tahta tabutla gömerken öz kardeşlerine teslim ediyorlar; müslümanlar ise doğrudan annelerine.
Mevlana Hazretleri bu hikmetli sözü çok beğenmiş ve ifade edeni övmüş.

7 Aralık 2006 Perşembe

Tekniğin hükümranlığını aşabilir miyiz?

Jacques Ellul'un tekniğin aşılabilirliği konusundaki ümitsizliğine karşın, Martin Heidegger varlığa dair teknolojik kavrayışımızı değiştirebilirsek, nihilizmden kurtulabileceğimiz düşüncesinde.

Öte yandan, Erich Fromm, insan doğasını anladığımız takdirde neyin iyi neyin kötü olacağını bulabileceğimizi söyleyerek meselenin çözümünü bilinmez bir tarihe bırakıyor. İsmet Özel ise, "Üç Mesele"de, "Batı tekniğinin" reddini ve tekniğe müslümanca bir yaklaşımı öneriyor. Bunu açımlamada onun da çok net olmadığını düşünsem de, yaptığı bir analojiyi ilginç buldum. Batı tekniğini, Firavun'un Hz. Musa'nın karşısına çıkardığı sihirbazların oyunlarına benzetiyor.

İsmet ÖzelTeknik sihirbazların sihrine tekabül ediyorsa, öyleyse yapmamız gereken şu anki dünyamızda Hz. Musa'nın asasına tekabül eden manivelayı bulmak. Ama nasıl?

Açıkçası teknik bugün bir fasit daire haline gelmiş görünmektedir. İnsanlığı bu fasit daireye sokan ise temel insani dürtülerdir yine. Tekniğin göz kamaştıran gücü, ondan mahrum olmanın hüsran olacağı sonucuna götürmektedir. Bu ise, insanları ve toplumları kaçınılmaz bir rekabete, umutsuz bir yarışa sokmaktadır. Burada resme, ekonomik rekabet de dahil olmaktadır. Teknolojik yarış, ekonomik bir yarıştır aynı zamanda. Tekniğin son 200 yılda sağladığı ilerlemeyi sadece bilimsel gelişmeye bağlayamayız. Sermayenin ve merkantilist zihniyetin daha fazla üretme ve satma dürtüsü, hem kolonyalizmin hem de teknik ilerlemenin itici gücü olmuştur desek herhalde yanlış olmaz.

Tekniğin önemli bir yönü, fiziki dünyanın istismarına dayanmasıdır. Tekniğin hükümranlık alanını genişletmesi, dünyanın dengesi pahasına olmaktadır. Kuran'ı Kerim'de bahsi geçen "karada ve denizde fesat" çıkaran saik, bugünkü teknikten başka ne olabilir ki?

İslam toplumlarının fiziki dünya ile ilişkisi farklı bir düzlemdedir. İsmet Özel'in verdiği bir örnek var. Balina yağıyla rekabet edebilmek için padişah fermanıyla koruma altına alınmış yunuslardan yağ çıkarmayı, ya da martıların tüylerini yolup kuştüyü ticareti yapmayı teklif eden Barachin, Osmanlı sarayında hiç de hoş karşılanmamıştı. Çünkü Osmanlılar modern medeniyet denen şeyin istismar üzerinde yükseldiğini anlamıyorlardı, böyle bir anlayışa çok uzaktılar.

Aslında dönmemiz gereken anlayış, Barachin'e "ne diyor bu adam" türlü bakışlar fırlatan Osmanlıların anlayışı. Fakat Osmanlı'nın Batı karşısındaki yenilgisini de unutmamak gerekir. Mustafa Armağan Osmanlı Devletinin kapitalizme sonuna kadar direndiğini ve ona teslim olan en son kale olduğunu söylerken haksız değil.

İşte tam burada fasit daire sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz. Dünyanın bir kısmının eşyaya saygı duyması kafi değil. Tek taraflı bir saygı anlayışı, kötü niyetli olanın lehine haksız bir güç dengesi yaratıyor. Belki de ihtiyacımız olan topyekün bir yenilenme ve ruh devrimidir.

Aslında, insanlık zaman zaman bu tür fasit dairelere girmekte, bunlardan çıkışı daha çok (ruhsal) devrimle olmaktadır. Örneğin, 6. yüzyıl dünyası büyük imparatorlukların zayıflama ve parçalanma sürecini yaşadığı, adalet mefhumunun kaybolduğu, toplumun her katmanında küçük tiranların türediği, güçlü olanın zayıf üzerinde hakimiyet kurduğu, insanlığın bir herc-ü merc içinde donuklaştığı bir dönemdi. İslam dini dünyaya 1000 yıldan uzun sürecek yeni bir soluk getirdi.

Şu an içinde bulunduğumuz fasit daireyi aşmak için de böyle bir ruh devrimine ihtiyaç var belki. Ama bunun ne tür bir devrim olacağı ve nasıl geleceği bambaşka bir tartışmanın konusu.

5 Aralık 2006 Salı

Ali Şeriati - Senin İsmail'in kim?

Kurban'ın hikmeti konusundaki yazıların ikincisi, İran'lı entelektüel Dr. Ali Şeriati'nin "Hac" isimli kitabında yer alan "Baba Oğul Arasında Konuşma" başlıklı bölümden alınma birkaç paragraf olacak:

"Bu İbrahim'in dinidir; kana susamış tanrıların, mazoşistlerin ve işkencecilerin değil. İnsanın mükemmelliğe ulaşmasının, bencillikten ve hayvani arzularından kurtulmasının hikayesidir yaşanan. İnsanın daha ulvi bir makama ve aşka, ve bilinçli bir insan olarak sorumluluklarını yerine getirmesine engel olacak her şeyden azade olduğu bir iradeye yükselişidir...

...Hikaye, bir koçun kurban edilişiyle sona eriyor. Bu, Yüce Allah'ın tarihin en büyük insan trajedisinin sonuna ilişkin dileğidir - birkaç aç insanı doyurmak için bir koç kurban etmek.

Sen de İbrahim gibi kendi İsmail'ini getirmelisin Mina'ya. Senin İsmail'in kim? Ancak sen bilebilirsin, başkası değil. Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs. Ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim'in İsmail'i sevdiği kadar sevdiğin birşey olmalı. Senin özgürlüğünden çalan, görevlerini yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikatı duymaktan ve bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense meşrulaştırıcı sebepler ürettiren ve seni sadece gelecekte senden gelecek yardım için destekleyen ne varsa; işte bunlar onun işaretlerindendir. Onu arayıp bulmalısın. Eğer Allah'a yaklaşmak istiyorsan, İsmail'i Mina'da kurban etmen gerek.

İsmail'in yerine geçecek koçu (fidye) sen tespit etme, bırak Allah sana yardım etsin ve bir hediye olarak göndersin. O, koçu ancak bu şekilde kurban olarak kabul eder. Koç ancak İsmail'in bedeli olduğunda kurbandır; yalnızca kurban olsun diye koç boğazlamak ise kasaplıktır." (İngilizce'sinden çeviren: Şükrü Kaya)

Erich Fromm ve teknik açıdan mümkün olanın kaçınılmazlığı

Erich Fromm'un Psikanalizin Bunalımı isimli kitabında endüstri psikolojisini değerlendirdiği birkaç paragrafı, konuyu ilgilendirdiği için buraya almak istiyorum:

- Öyle görünüyor ki, endüstri psikolojisi için amaç iş verimliliğidir ve insanın gelişimi, bir başka deyişle insan için iyi olan şey, bu amaca ulaşmak için bir araçtır. Aslında birçok endüstri psikoloğu, insan için iyi olanla, endüstri için iyi olan arasında bir çeşit önceden düzenlenmiş uyum olduğunu varsayıyor. Bir dereceye kadar bunun doğru olduğuna inanıyorum ama “ya öyle değilse, o zaman ne olacak?”

-Öyle görünüyor ki, teknoloji toplumunun geliştirmiş olduğu bir planlama normu “bir insan teknik olarak yapılması olası her şeyi yapmalıdır” şeklindedir. Bu teknolojik değer ilkesine göre aya gidecek yeteneğimiz var ise, o halde mutlaka gitmemiz gerekli. Aynı şekilde daha yıkıcı silahların nasıl yapılacağını öğrendiysek, derhal bu silahları yapmaya koyulmalıyız. Böyle bir bakış açısında teknik yapılabilirlik tüm değer oluşumlarının kaynağını oluşturur. Böyle bir norm ise dini ve etik normlardan feragat etmeyi gerektirir.

- İnsancılık normlarıyla teknolojinin buyrukları arasında kaçınılmaz bir çarpışmayla mı karşı karşıyayız? Neyse ki, üçüncü bir değer sistemi olasılığı daha var. Bunun temelinde insan doğasını anladığımız takdirde, neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verebileceğimiz düşüncesi yatmaktadır. Buradaki iyi ve kötü, ne insanın arzuladıkları ve arzulamadıkları, ne de maddi refah açısından iyi ve kötü olandır. Burada sözkonusu olan, en uygun (optimal) insani olgunluğa erişmede, kendine gerekli yetenekleri ve gizil güçleriyle, insanın bütün olarak gelişimine vesile olan şeylerdir.

....................

Erich Fromm, teknik açıdan yapılabilir olanın mutlaka yapılması gerektiği bir durumdan sözediyor. Öldürücü silahlar yapmayı öğrendiysek, öyleyse bunları yapmalıyız. Bunun Jacques Ellul'daki devamı herhalde şu: "Teknik, makinaların ihtiyaç duyduğu hayat türünü inşa eder." Yani öldürücü silahları ortaya çıkaran teknik, onların kullanılacağı şartları da yaratır.

Ellul, tekniği insandan soyutlayarak tanımlıyor ve insanlığı teknik karşısında çaresiz bırakıyor. Fromm, tekniğin bir ölçüde kontrolden çıkıp insanlık normları ile teknolojik emirleri karşı karşıya getirdiğini düşünse de, son kertede meseleyi insani olana iade ediyor. Fromm, sorunun ortaya çıkmasındaki temel dürtüleri görerek, kendi düşüncesi çerçevesinde, bunların nasıl aşılabileceğini gösteriyor.

Kurbanın anlamı?

Kürşat Bumin, takip edebildiğim kadarıyla son iki yıldır kurban bayramı vesilesiyle kurban ibadetinin anlamını sorgulayan yazılar kaleme alıyor.

Geçen bayram köşesinde yayınladığı yazıların linkleri şöyle: Kurban Bayramı, Kurban Bayramı (2), Kurban Bayramı (3), Kurban Bayramı (4), Kurban Bayramı (5).

Bumin, kaynaklarda çokca işlenen "İbrahim'in imtihanı" çerçevesi dışındaki yorumların eksikliğini vurguluyor. Özellikle oğul'un bu emri gönüllülükle kabulünün nasıl bir baba-oğul ilişkisine tekabül ettiğini psikanalitik bağlamda yorumlayacak çalışmaların eksikliğinden şikayetçi.

Bumin, kurbanı orjinal bir tarzda yorumlayan yazılara örnek olarak Rasim Özdenören'in Bir'de Buluşmak başlıklı yazısını gösteriyor. Bu yazı, gerçekten de çok ilginç. Birkaç paragraf alıntılamak istiyorum. Bundan sonraki birkaç yazıyı da bu konuya ayırmak istiyorum.

"Hayat, bir kah pıhtısından hasıl oluyorsa ve gene bir kan pıhtısına dönüşmekle nihayet buluyorsa, burada da Bir olanın ilkesiyle karşılaşıyoruz demektir. Hayatın başlangıcında, akışkan olan kan vardı, hayatın sonunda da kanın akışkanlığı görünüyor. İlkinde kanın akışkanlığı bedene (gövdeye) doğru, yani içeriye doğru akıyordu; ikincisindeyse, aynı kan gövdeden dışarıya doğru akıyor. İlkinde hayat bulduğumuzu söylüyoruz, ikincisindeyse hayatın yitimi anlatılıyor. Ancak kanın akması (akışması) her ikisinde de vuku buluyor.

Hayatın başlangıcında alınan ilk nefes, hayatın sonunda verilen nefesle aynıdır. İlkinde alınan nefes hayata merhaba derken, sonrakinde verilen nefesle aynı hayata elveda deniyor.

Bu gün akıtılan kanların yeni hayatlara yol vermesi bekleniyor. Bu gün akıtılan kan İsmail (a.s)'e hayat verdi. İsmail (a.s)'in kanının bedeli oldu. Ancak bu mecazda, somut bir gerçekliğin ifadesi de yer alıyor. Bir hayatın bedeli bulunmaktadır. Bir hayatın bedeli, kendisiyle eşdeğerde olan bir şeydir: kanın bedeli kandır. Kişisel (öznel) açıdan bakıldığında İsmail'in kanı kendisinindir, koçun kanı da koça aittir. Ancak evrensel (kozmik) açıdan bakıldığında ne İsmail'in kanı İsmail'indir, ne koçun kanı koçundur. Gene de, biri ötekinin bedelidir. Kanın bedeli (değeri) olarak bakıldığında, biri ötekine denktir. Biri ötekinin diyetidir. "

4 Aralık 2006 Pazartesi

Başka şartlar altında?

Erich Fromm'un "Psikanalizin Bunalımı" isimli kitabını okurken bir ifade çok dikkatimi çekti. Onu hatırladığım kadarıyla buraya alacağım:

" Akşam saat beşte veznesini kapatan bir bilet satıcısının, hayal kırıklığı içinde geri dönen birkaç kişiye bakarken dudaklarında beliren gülümseme, o kişinin başka şartlar altında acımasız bir işkenceci olabileceğinin işaretidir aynı zamanda."

Sorsanız, bu bilet satıcısı, her türlü zorbalığın karşısında olduğunu söyleyecektir. Bu, bana başka birşeyi hatırlatıyor: torbaya çürük elmaları doldurmaktan çekinmeyen bir satıcının, banka hortumcuları aleyhinde atıp tutmasını. Ama banka hortumcusu ile satıcının yerlerini değiştirseniz de, toplamda değişen hiçbir şey olmayacaktı. Satıcının eleştirisi, banka hortumcusuna değil, kendi şartlarının daha fazla hırsızlığa imkan vermemesine yönelik bir yerde. Ülkemizde bu yüzsüzlüğü yapan o kadar çok insan var ki.

Son söz; Sauron kötüdür, ama ikiyüzlü Gollum bir zavallıdır. Ayrıca, Sauron olmamak, Sauron olmamak için yeterli değildir.

3 Aralık 2006 Pazar

Jacques Ellul ve tekniğin hükümranlığı

Bir önceki yazıda Martin Heidegger'in, tekniğin insanları nihilizme götürdüğüne dair düşüncelerine kısaca değinmiştim.

Teknik, gücü bir kez ele geçirince kendi kendini dayatan bir karaktere mi sahip? Fransız din adamı ve felsefeci Jacques Ellul tekniği böyle yorumluyor.

İnsan Yayınları tarafından yayınlanan "İnsan ve Teknoloji" adlı derleme kitapta yer alan, Perviz Mansur'un "Teknoloji Metafizikçisi" isimli makalesi, Jacques Ellul'un teknik konusundaki oldukça orjinal görüşlerini özetliyor:

- Ellul teknik konusunda karamsardır. İlk günaha benzer şekilde ele alır. Ama ibadetle ve inançla temizlenebilen insanı, tekniğin gazabından kurtaracak bir şey yoktur.

-Ellul’a göre teknik, teknolojinin varlığı ve ona sahip olma meselesi değildir. O, planlı, modernleştirilmiş, düzenlenmiş ve kendi kendine yeterli bir kurumu tanımlar. Ellul, The Technological Society’nin Amerika baskısının önsözünde tekniği, insan faaliyetlerinin her alanında, mantıkla ulaşılan ve mutlak randıman veren metotların bütünü olarak tanımlar. Yani tekniği önceden belirlenmiş amaçlara ulaşmak için standart araçların bilinçli kullanımı olarak ifade edebiliriz. Bu yüzden teknik en ilkel toplumlarda bile var olabilir. Ellul tekniğe böylece evrensel bir nitelik kazandırırken, ona aynı zamanda kesinlikle insani olan ontolojik bir düzen diyecek kadar da ileri gider. Bu bakımda teknik problemi son kertede insanın kendisinin problemi olur.

- Ellul, makineler ve teknik arasında bir ayrım yapar. Günümüzde teknik, makineyi topluma entegre eder. O, makinenin ihtiyacı olan hayat türünü inşa eder. Makinelerin tutarsız patlamasının yaydığı yıkıntılara düzen getirir. Aydınlatır, düzenler ve modernleştirir, makinenin iş sahasında yaptığını, teknik soyut alanda yapar.

- Ellul’a göre teknik bilimin bir uygulamasıdır şeklindeki görüş kökten yanlıştır. Çünkü bu yargı, tek bir bilim grubu ve tarihin kısa bir dönemi için doğrudur. (Sadece 19. yy’daki fiziksel bilimler için geçerlidir). Teknik tarihsel olarak bilimden önce gelir. Bununla beraber teknik, ancak bilim ortaya çıktıktan sonra kendisini geliştirmeye ve yayılmaya başladı. Teknik ilerlemek için bilimi beklemek zorunda idi. Ama bugün bilim tekniğin bir aracı oldu. Çağımız için asıl kaygı, teknik ve bilim arasındaki birkaç soyut felsefi ilişkiyi ortaya çıkarmaktan çok, tekniği insani durumumuza göre tanımlamak olmalıdır.

- Pre-modern teknik yöreseldi ve çok yavaş yayıldı. Bunun tabii sonucu onun insana adapte edilebilirliğiydi. Endüstri öncesi toplumlar aletler değil onların kullanımındaki ustalıkla ilgilendiler. Aletlerin yetersizliği, insanın onları kullanmaktaki yeteneği ile telafi ediliyordu. Teknik ilerleme bir nevi ertelenmişti. Bugüne bakarsak, teknik ilerleme artık kendi verimlilik hesabından başka hiçbir şey tarafından şartlanmıyor.

- Modern tekniğin en acımasız yanı, totaliteryen otokrasisidir. İnsan tekniği kontrol edemez, teknik onu kontrol eder. Evrensel ve toplumsal bir gerçek olarak teknik, içinde ancak insanın sıkıca bütünleşmiş ve bağlanmış tek bir unsur olduğu teknik toplumun kendisi olarak tanımlanır. Teknolojik toplum, özerk bir teknolojinin istisnasız her toplumun geleneksel değerlerini teslim alma sürecinde olduğu, sonunda bütün teknik-dışı farklılık ve çeşitliliğin sadece bir dış görünüş olduğu tek tip bir dünya kültürü üretmek için bu değerleri altüst ettiği ve bastırdığı bir yolun tanımıdır. (Ellul bunu 30-40 yıl önce yazdı.)

-Ellul’a göre teknik doğal dünyayı yıkar veya baskı altına alır. Alemin kendini yenilemesine veya onunla ortak bir ilişkiye girmesine bile izin vermez. Bu iki dünya farklı emirlere, farklı idarecilere ve farklı yasalar boyun eğer. Bu tekniğin yapaylığıdır. Teknik ayrıca rasyoneldir.

-Modern tekniğin birbirlerini tamamlayan ve destekleyen 5 özelliği vardır. Otomatizm, kendini büyütme, monizm, evrensellik ve özerklik. Otomatizm seçeneklerin kısıtlanması demektir. Teknik devrim içindeki yöntemler, mekanizmalar ve formüller arasındaki seçim [rasyonellik ilkesinin karşı koyulamaz ağırlığı yüzünden] otomatik olarak gerçekleştirilir. İnsan seçme melekesinden soyutlanır ve tatmin olur.

- Ellul, "kendini büyütme"den, tekniğin özerk ve kendi kendine gelişmesini anlar. 1)Belli bir toplumdaki teknik ilerleme geri alınamaz. 2) Teknik ilerleme aritmetik değil geometrik davranma eğilimindedir.

- Monizm, teknik ve kullanım arasında ayrım yapmanın saçmalığıdır. Teknik kendi kendini kullanır, yani makinelerin kullanılacağı şartları yaratır. (İslam dünyasında biz daha çok Batı teknolojisinin Müslüman çevreye uyarlanabileceği kanısındayız.)

- Evrensellik özelliği tekniğin ülke ülke ilerleyerek dünyaya yayılıyor olmasıdır. Uygarlık derecesi ne olursa olsun, tüm ülkelerde aynı tekniği kullanma eğilimi vardır.

- Teknik ekonomi ve politikaya göre özerktir, zira sosyal şartlardan bağımsızdır. Aslında Ellul’a göre sosyal, siyasi ve ekonomik şartların değişimini sağlayan ve şartlandıran tekniktir. Fakat bütün bunlardan daha rahatsız edici olanı tekniğin ahlaki özerkliğidir. “O kendini iyi ve kötünün ötesine koyduğundan, ne çeşit bir sınırlama olursa olsun hiçbir korku duymaz.” İnsanın özgür olduğu yerde teknik mümkün olmadığı için, teknik insanı teknik bir hayvana indirgemek zorundadır.

- Teknik hem kutsala karşıdır hem de kendini kutsallaştırmıştır. Teknik hiçbirşeye tapmaz, hiçbirşeye saygı göstermez. İnsanın onlarsız yaşayamayacağı gizem ve korku duygularını yok eder. Kendi technolatrous mezheplerini üretir ve kendi kurtuluş planına imanı aşılar.

2 Aralık 2006 Cumartesi

İki rekat namazın değeri

İki rekat namazın (veya sabah namazının) dünya ve üzerindekilerden daha hayırlı olduğunu bildiren hadisler mevcut. Peki iki rekat namaz kılarak, dünya ve üzerindeki herşeyden daha yüksek bir kazanca mı ulaşmış olacağız? Mevlana Hazretleri bunu çok güzel ifade ediyor:


"İki rekat namazın dünya ve üzerindekilerden daha hayırlı olduğu söylenmiştir. Bu herkes için geçerli değildir. Bunun geçerli olduğu kimseler, iki rekat namazı kaçırmayı dünya ve üzerindekileri kaybetmekten daha ciddi görenler, yani iki rekat namaz kaçırmaktansa tüm dünya mülkünü kaybetmeyi tercih edecek kimselerdir."

Niyet ve fiil ilişkisi bundan daha iyi açıklanamazdı herhalde.

Alıntı: http://www.sufism.org/society/salaat/mevlana.html

Martin Heidegger ve teknik

Martin Heidegger'in felsefi görüşlerini şurada özetledim. Teknikle ilgili görüşlerini ayrıca alıntılamak ve ön plana çıkarmak istiyorum. Bundan sonraki birkaç mesajım teknik konusunda olacak çünkü.

"...Modern insanın varlık anlayışında, kontrol edeceğimiz ve kullanacağımız nesneler vasıtasıyla tatmin etmek durumunda olduğumuz istek ve arzulara sahip öznelerizdir. Fakat bundan da ötesi, herşeyi, hatta zamanla kendimizi bile, verimli kullanılması gereken kaynaklar olarak gören teknik kavrayışa yenik düştüğümüzü söyler. Artık hakikati değil, sadece etkinlik ve verimliliği arıyoruz.

Heidegger varlık sözkonusu olduğunda önceliği insana vermez. İnsana merkezi bir mevkii veren "öznellik" tekniğin son galibiyetidir. Çünkü insan onun sayesinde dünyaya gösterişli bir tarzda egemen olduğunu düşünmektedir. Halbuki, varlığı anlamamızın insan varlıklarına "verilmiş" olduğunu farkedemiyoruz. İnsan Varlığa nüfuz edemez. Tam tersine, o, insan vasıtasıyla kendini açığa çıkarır. Bu itibarla, modern insanın teknolojik kavrayışa teslim olması nihilizmdir (hiçlik). Çünkü nihilizm varlığın gecikişinin tarihidir. Fakat, nihilizm insanlığın devamlı bir oturma yeri de değildir. Teknolojiyi değil belki ama, varlığı teknolojik bir tarzda anlamamızı aşarsak nihilizmden çıkışın bir yolunu da bulabiliriz."

Martin Heidegger ve felsefesi

Marx'ı nasıl Hegel'e göndermede bulunmadan anlamak mümkün değilse, Martin Heidegger'i de Edmund Husserl'a göndermede bulunmadan anlayamayız. Heidegger, Husserl'da zirveye ulaşan kartezyen felsefenin özne-nesne, algılayan-algılanan, düşünen-düşünülen dualizmine karşı çıkan çok farklı bir varlık felsefesi geliştirmiştir.

Husserl'a göre gerçekte şeylerin var olup olmadığı hususu felsefenin açıklığa kavuşturamadığı (ve belki de kavuşturamayacağı) bir konudur. Emin olabileceğimiz tek şey, algılayan bir bilincimizin ve bilincimizin yöneldiği fenomenlerin bulunduğudur. Yani bir anlamda, ontolojik problem paranteze alınabilir veya bir tarafa bırakılabilir. Fenomenler bilincin nesneleridir. Bunları bilincimizin nesneleri olmaları bakımından araştırabiliriz. Deneyimlenen şeyi, kendi özünde ne olursa olsun, deneyimimizin bir nesnesi olarak sistematik bir analize tabi tutabiliriz.

Heidegger bu fikirde değildir. İnsanın şeylere fiilen bağlanma şekli, temelde özne-nesne ilişkisi biçiminde gerçekleşmez. Özellikle, farkındalık ve bilinç hiçbir şekilde önkoşul değildir. Bunu bir örnekle açıklar. Bir demirci ustası elindeki çekici sallarken onun farkında bile olmaz. Çekiç, vurması gereken yere sanki kendiliğinden inip kalkar. Demirci işini yaparken, bir başkasıyla çok ciddi bir konuyu rahatlıkla konuşabilir. Araba kullanan bir insanın, vites atmak için bu olayı bilincinde canlandırma gereği duymaması da bu kabildendir.

Biz insanlar en karakteristik var olma tarzımızla, kendi dışımızdakilerden bir cam pencere ile ayrılmış, dış gerçekliğin bilgisini kazanmaya çalışan varlıklar değiliz. Tam tersine onun bir parçasıyız, en başından beri onunla birlikte varız. Heidegger, burada çekiç örneğini sürdürür. Çekicin bir anlam kazanabilmesi ancak çiviler, odun ve binalarla birlikte kazandığı işlev sayesindedir. Benzer şekilde, bizim çekiç kullanma becerimiz de, ayakta durma, hareket etme ve konuşma gibi başkaca becerilerin oluşturduğu bir artalan üzerinde mümkündür.

Özetle, bizim nesnelerle ilişkimizi mümkün kılan şey, zihnimizin içindeki değil, zihnimizin dışındaki bir şey(ler)dir. Bu, paylaşılan şeylerin ve pratiklerin dünyası olup, Heidegger buna varlığı anlamamız ya da varoluşa dair kavrayış adını verir. Varlığa dair ortak kavrayışımızın oluşturduğu artalan üzerinde süregiden yaşayımıza Heidegger özel bir terim üreterek "Dasein" adını verir. Dasein rutin varoluş anlamına geldiği gibi "oradaki varlık," "orada olma" gibi anlamlara da sahiptir.

[Sözkonusu artalan olmasa, çekiç dediğimiz şey ucunda metal bir topuzun yeraldığı bir tahta parçasından ibaret kalacaktı. Bu da elbette birşey ifade eder. Bu durum, "bu nesne bir kg ağırlığındadır" gibi bilimsel önermelerle anlamlandırılabilir. Şeylerle karşı karşıya gelmenin bir başka yolu da, onların işlevlerini yitirmeleri durumundadır. Demirci ustası ancak çekicin sapı koptuğunda dikkatini ve bilincini ona yöneltir. Husserl'in fenomenolojisini icra etmeye başladığı evre işte bu nispeten geç evredir ve böyle bir bilinçli yöneliş arasıra gerçekleşir.]

Karakteristik yaşamımız, demircinin çekiç sallamasına benzer bir tarzda devam eder. Gerçek bir bilinçli yönelişten sözedilemez. Fakat Dasein, herhangi bir dasein dünyanın temelsizliğinin belli belirsiz farkındadır. Buna göre, şeyleri halen yaptığımız tarzda yapmamız nedensizdir. Tanrı böyle emretmediği gibi, insan doğası da bunu gerektiriyor değildir. Heidegger "Dasein'in özünün onun egzistansı olduğunu" söyler. Yani bu, aslında bir insan doğasının olmadığı, ve biz nasıl olmayı istiyorsak öyle olduğumuz anlamına gelir. Bu (belirlenmemişlik) ise endişe verici birşeydir. Heidegger'in bunun için kullandığı sözcük, yurtsuzluk anlamında, "unheimlich"tir. Bizim yurtsuzluğa tepkimiz kaygı şeklindedir. İnsan bu kaygıya iki türlü karşılık verir. Ya anlaşılır olması için kendisinden talep edilen normlara döner, yani konformizme düşeriz; ya da, bu temelsizliği kabullenir ve sahici varoluşa döneriz. Bu, kaygıdan kaçmak yerine onu sahiplenmek demektir. Böylece, düşünceli ve bilinçli bir seçim yaparak, insan olmanın tümüyle farklı bir yoluna gireriz.

Buraya kadar olan kısım, Heidegger'in 1927'de yayınladığı "Varlık ve Zaman" adlı başyapıtındaki fikirleridir daha ziyade. "Sonraki Heidegger"den de sözedilir. Sonraki Heidegger'in en önemli farkı tarihselliği keşfetmiş olmasıdır. "Önceki Heidegger" yukarıda özetlenen görüşlerinin tarih boyunca tüm insanlığın ortak karakteristiği olduğunu düşünüyordu. Fakat daha sonra, Batılı varlık kavrayışının bir tarihi olduğunu ve kendisinin betimlemiş olduğu çağın modern çağ olduğunu farketti. Eflatun öncesi Yunanlılar kendilerini kökleşmiş hissediyor, yurtsuzluğu ve kaygıyı bilmiyorlardı. Bu yüzden, Heidegger, Plato öncesi çağı incelemeye çalıştı. Bunda Nietzsche'nin görüşlerinin etkisi açıktır. Nietzsche de, Eflatun'un hocası Sokrat'ı, akılcılığı getirdiği ve kendi tabiatları hilafına insanları akla ve etiğe boyun eğmeğe zorladığı için neredeyse lanetler.

Heidegger ortaçağ insanını da Tanrı'ya teslimiyeti dolayısıyla modern insanın hüsranından uzakta görür. Modern insanın varlık anlayışında, kontrol edeceğimiz ve kullanacağımız nesneler vasıtasıyla tatmin etmek durumunda olduğumuz istek ve arzulara sahip öznelerizdir. Fakat bundan da ötesi, herşeyi, hatta zamanla kendimizi bile, verimli kullanılması gereken kaynaklar olarak gören teknik kavrayışa yenik düştüğümüzü söyler. Artık hakikati değil, sadece etkinlik ve verimliliği arıyoruz.

Heidegger varlık sözkonusu olduğunda önceliği insana vermez. İnsana merkezi bir mevkii veren "öznellik" tekniğin son galibiyetidir. Çünkü insan onun sayesinde dünyaya gösterişli bir tarzda egemen olduğunu düşünmektedir. Halbuki, varlığı anlamamızın insan varlıklarına "verilmiş" olduğunu farkedemiyoruz. İnsan Varlığa nüfuz edemez. Tam tersine, o, insan vasıtasıyla kendini açığa çıkarır. Bu itibarla, modern insanın teknolojik kavrayışa teslim olması nihilizmdir (hiçlik). Çünkü nihilizm varlığın gecikişinin tarihidir. Fakat, nihilizm insanlığın devamlı bir oturma yeri de değildir. Teknolojiyi değil belki ama, varlığı teknolojik bir tarzda anlamamızı aşarsak nihilizmden çıkışın bir yolunu da bulabiliriz.

[Heidegger'e göre olumsal anlamda Varlık, açık olabilmek, gizli olmamaktır. Buna göre dolaysız ve doğrudan doğruya var olmak (seiend) herhangi bir tarzda varoluş değildir. Doğrudan doğruya varolmak, ışıkta olmak, görünüşe ulaşmak demektir. Öyleyse varlık "ışıklanma"nın bir olayıdır. Ve aslında Varlığın berliginleşmesi de hiçliğin keşfi ile olur. Eğer biz korkunun içinde hiçlikle karşılaşmamış olsaydık, ve hiçlik dünyayı bütünüyle elimizden kaydırmamış olsaydı, biz onun varoluşuna ya da kendi kendini varedişine dikkat etmeyecektik.

Son olarak Heidegger'in dil ile ilgili görüşlerine yer verelim, çünkü sözkonusu "ışıklanma" olayı dil ile yakından alakalıdır. Heidegger'e göre dilin, pratikleri yansıtma veya dikkati onlar üzerinde toplama gibi temel bir rolü vardır. Bir vokabüler şeyleri isimlendirerek varlığa getirebildiği gibi, bir çağın duyarlılığını da değiştirebilir. Dil, pratikleri, onlar üzerinde odaklaşarak koruyup yayabilir. Ne var ki, dili açımlayan ve yeni varlık tarzları geliştirip onlara istikrar kazandıranlar, rahip veya bilim adamları değil, şairler ve düşünürlerdir. Bireyselci olmayan dünya umudunu yalnız onlar sağlayabilirler.

Heidegger, şöyle der: "Tanrılara yetişemedik. Varoluş içinse daha çok erken." Kurtuluş, varoluşun gelişiyle mümkün olacaktır. Güncel düşünüş buna hazırlamalı ve fikirleri açımlamalıdır. Felsefeye Katkılar isimli eserinin son iki bölümü "Müstakbel Olanlar" ve "Son Tanrı"dır. Müstakbel olanlar, Son Tanrı'nın uğramasına hazırlanırlar ve şairin arkasında toplanırlar. Daha sonra bu Son Tanrı sözünü bırakır.]

Kaynaklar:
1)Büyük Filozoflar, Bryan Magee, Paradigma Yayınları (Çeviri çok başarılı)
2)Felsefenin Arka Merdiveni, William Weischedel, İz Yayıncılık (Çeviri kötü)

1 Aralık 2006 Cuma

Göçebeler ve özgürlük

Martin Lings'in "Hazret-i Muhammed'in Hayatı" isimli kitabını okuyordum. Çöl ve özgürlük hakkında kısa ama çok ilginç bir bölüm vardı. O bölümü motomot değil kendi anladığım ve hatırladığım tarzda alıntılayacağım:


"Çölde veya geniş steplerde insan, mekanın hükmü altında değildir. Çadırını istediği yere kurabilir, istediği yerde konaklayabilir. Çadırını istediği zaman bozabilmesiyle de zamana hükmettiğinin farkındadır.

Zaman ve mekanın henüz belirmemiş olması nedeniyle, "yarın" bir hüsran olarak görünmez. Yarına ilişkin belirsizlik, bir stres ve tansiyon sebebi değil; tam tersi bitmeyen bir hayat kaynağı gibidir.

Şehirde ise zaman ve mekan kesin çizgilerle belirlenmiştir. Şehir insanı mahpustur. Bu ise çürümüşlük demektir.

Eski Araplar arasında asalet ile özgürlük birbirine sıkı sıkıya bağlıydı, ve özgürlüğün en duru temsilcisi göçebe bedevilerdi. Paygamberimiz zamanında, şehirli ailelerin bebeklerini, büyütmeleri için göçebe kabilelere vermelerinin nedenlerinden biri de onların bu özgür havayı tatmalarını istemeleridir."

Powered by Blogger