13 Ağustos 2007 Pazartesi

Amak-ı Hayal'den *

“… Bundan sonra Hürmüz ile Ehrimen birbirlerini yalanlaya yalanlaya sonunda birbirlerine hücum edecek kadar ileri gittiler. Yalnız yüksek tahtta oturan Nur Perisi elindeki küreyi aralarına uzattı:

- Henüz vakit gelmedi, boş yere uğraşmayınız. Çarpışma, size tabi bulunanların arasında olacaktır, dedi.

Bunun üzerine Hürmüz

- Beni seven meydana çıksın, diye seslendi.

Aynı sözü Ehrimen de söyledi.

Ertesi gün sabahleyin kösler, davullar çaldı. Ehrimen tarafından bir er çıktı. Bizim taraftan biri onu karşılamaya çıktı. Bu şekilde, o gün her iki taraftan yirmi kadar kavgacı ortaya çıkıp birbirleriyle savaştılar. Bazen Ehrimen tarafı, bazen bizim taraf galip geliyordu. .…Yedinci gün bizim taraftan çıkan bir pehlivan akşama kadar galip geldi. Ehrimen tarafından elli kişi öldürüldü. Artık bizim tarafın sevincine diyecek yoktu….O gece bizim tarafın casusları ertesi gün Ehrimen’in mağlup edilmemiş pehlivanlarından birinin meydana çıkacağını haber verdiler. Herkes telaş içindeydi. Bu, Ehrimen’in Nifak adındaki cadısıydı. İşin garibi Nifak cadısı kıyamete kadar yaşamaya mahkumdu. Bunu öldürmek mümkün değildi.....Ertesi sabah köslerin ve dümbeleklerin sesiyle Nifak cadısı ortaya çıktı. Heybetli bir pehlivandı. Baştan aşağı çelik zırhlara bürünmüş büyük atını oynatarak:

- Kavgacı nerede? Ben o pehlivanım ki, keskin kılıcım nice çelik zırhlı kafaları yarmıştır. Ben o yiğidim ki, okum nice sağlam göğüsleri delmiştir. Var mı bana karşı çıkacak? diye nara attı.….

Nifak cadısı o gün otuz pehlivanı öldürdü. Üç gün boyunca Nifak ortaya çıktı. Her gün otuzar kırkar kişiyi telef ederek galibiyet kendinde kaldı. Dördüncü gece bizim tarafta önemli hazırlıklar görülüyordu. Herkesin yüzünü kaplayan üzüntü kaybolmuş, yerine ümit ışığı doğmuştu.

Rehberime sordum. Bana:

- Yarın Hürmüz’ün has adamlarından Muhabbet pehlivan ortaya çıkacaktır. Bu melun Nifak’a ondan başka kimsenin galip gelemeyeceği anlaşıldı…

Ertesi sabah Nifak cadısı Muhabbet pehlivanı görür görmez gözleri öfkesinden kan çanağına döndü.

- Üç gündür seni bekliyordum. Hele gelebildin. Ölüme hazır ol, dedi.

Muhabbet pehlivan düzenli ve ahenkli bir nara attı:

- Beni bilen bilsin, bilmeyen öğrensin ki, ben Muhabbet pehlivanım. Arslan gibi pençem yürekleri paralar. Kahramanca pazularım kafaları koparır. Ey Nifak bilirsin ki, ben ne zaman meydana çıksam seni tepelerim.

...Her ikisi de birbirlerine hücum ettiler. Kılıçları kalkanlarına çarptıkça ateş çıkıyordu. Üç gün boyunca üstünlük sağlayamadılar. Üçüncü gün, güneş tam tepeye gelmişti ki, Muhabbet arslana benzeyen bir darbe ile Nifak’ı yere serdi. Hürmüz’e bağlı olanların sevinç sesleri gökyüzünü doldurdu. Ehrimen’e bağlı olanların hiddeti dünyayı titretti. Yedi gün Muhabbet pehlivanın karşısında kimse tutunamadı. Yedinci günün gecesi casuslar Ehrimen’in ertesi gün çok meşhur bir pehlivanı çıkaracağını söylediler. Gerçekten de ertesi gün güneşin doğuşu ile birlikte Ehrimen tarafında gürültüler koptu. Meydana çıkan Ehrimen taraftarı çok heybetli bir devdi. Sarı bir deveye binmiş elinde insan büyüklüğünde bir gürz vardı. Meydanı dolaştı:

- Ey Hürmüz’ün dostları, bana hanginiz karşı gelecek? Bana Gazap (Öfke) pehlivan derler. Şimdiye kadar karşımda pek az kimse sağ kalmıştır.

Gazap pehlivan üç gün boyunca çarpıştığı Muhabbet pehlivanı üçüncü gün sonunda bir gürz darbesiyle yere yıktı. Henüz ölmemişken bu güzel pehlivana acımadan dişleriyle vücudunu paramparça etti. Kalbini kopararak Ehrimen’in önüne attı.

- En büyük düşmanlarımızdan Muhabbetin kalbi ayaklarınızın altında sürünsün, dedi.

Bu dehşetli ölüm bizi kalbimizde yaraladığı halde, Ehrimen taraflarını sevinç deryasına boğdu. Gazap pehlivan günler boyunca üstün geldi. Bu kavga festivali başlayalı otuz sekiz gün olmuş, Gazab’ı bizim taraftan mağlup eden çıkmamıştı. Nur Perisinin elindeki kürenin sağ tarafını da karanlık kaplamaya başlamıştı. Hürmüz’ün veziri Salah yanımıza gelerek, Gazab’ı ancak Hikmet pehlivanın öldürebileceğinden bahsederek, ertesi gün ortaya çıkmasının Hürmüz tarafından emredildiğini söyledi….Çadırımıza döndüğümüzde rehberim gayet ciddi bir tavırla:

- Bu Hikmet pehlivan kimdir biliyor musun, dedi

- Hayır, cevabını verdim.

- Hikmet pehlivan sensin. Bu gece uyku uyumanın zamanı değildir. Yarın Ehrimen’in ikinci pehlivanı Gazap ile çarpışacaksın. Gecenin geri kalan kısmını ibadet ve kılıç eğitimi ile geçireceğiz, dedi.

Hayretimden dona kaldım. Bana bu kadar önemli bir görev verileceğini aklımdan bile geçirmemiştim. Özellikle adımın Hikmet Pehlivan olduğunu bilmiyordum.…Güneşin doğuşu ile birlikte atıma binerek hazırlandım. Gazap ortaya çıktı. Karşısına dikildim. Adımı sordu.

- Hikmet pehlivan, dedim.

Bana,

- Behey biçare! Senin gibi mazlum ve kendi halinde bir abdal benim gibi kükremiş bir arslan ile dövüşebilir mi? Hadi defol git! Sen zararsız bir bunaksın. Senin kanını dökmek bana yakışmaz dedi.

Ben de cevaben:

- Senin beni yeneceğini hiç sanmıyorum. Acaba zırzopluğuna mı güveniyorsun. Hadi fazla konuşma, ölümüne hazır ol, dedim.

Gazap kızdı ve üstüme hücum etti. Kendimi bu devin öldürücü darbelerinden kurtarmak için çok çevik olmak zorundaydım. Akşama kadar uğraştık. Bana bir darbe bile isabet ettiremedi. Yalnız ben de bu deve bir şey yapamadım.

Ertesi sabah üzerime saldıracak vaziyet aldı. Rehberimin verdiği taktik icabı:

- Vay başında ne var, dedim.

Elini başına götürdü. Ben de zırhsız olan koltuğunun altından tam kalbine doğru kılıcımı salladım. Gazap korkunç bir nara atarak yere düştü. Kan kusmaya başladı. Ehrimen tarafından öfkeli feryatlar göklere çıktı.

Nur Perisinin elindeki küre baştan başa nur olmaya başladı. Öğleye kadar birçok düşman temizledim. Yalnız öğle vakti karşıma yüzü örtülü bir pehlivan çıktı. Beyaz bir filin üzerindeki bu pehlivan meydana çıkar çıkmaz, Ehrimen’in yüzü sevincinden hileli bir ürperme ile doldu. Hürmüz son derece üzüldü. Nur Perisine dönerek:

- İzid, İzid! Maksadın nuru mahvetmek mi? Merhamet...Merhamet…Merhamet…dedi.

İzid:

-Ehrimen’in hakkıdır. Ne yapalım, istediğini çıkarır, cevabını verdi.

Ehrimen gülüyordu. Hürmüz kederli boynunu büktü.

- Emir senindir, dedi.

Yenileceğime işaret olan bu konuşmayı herkes gibi ben de duyuyordum. File binmiş olan pehlivan gururla meydanı dolaştı. Gök gürültüsüne benzer bir nara attı:

- Ey benim kudretimi inkar eden gafiller! Bilin ki ben pehlivanlar pehlivanı, kahramanlar kahramanı Nefs-i Emmare’yim. Şimdiye kadar teker teker yenemediğim hiç kimse yoktur. Ben beş bin şekle girerim. Bin türlü silaha sahibim. (Bana dönerek) Ey miskin Hikmet! Gel kendi rızan ile teslim ol! Seni en iyi şekilde kullanayım. Sen abdal ve aciz bir yaratıksın. Benim elimde bir sinek kadar değerin yoktur. Fakat her nedense seni seviyorum. Çünkü bana hizmet ettiğin oldu. Hadi kılıcını teslim et de kurtul, dedi.

….Hiçbir teslim olma teklifini kabul etmedim. Bunun üzerine kavgaya başladık. Ben bildiğim vuruşların hepsini denedim. Hiçbir etkisi olmadı. Nefs-i Emmare bana karşılık vermeye tenezzül etmiyor, durumuma gülüyordu. Nihayet en etkili olduğunu bildiğim son darbe olan “azm-i kavi” (sağlam azim, irade) adındaki darbeyi indirmeyi tasarladım. Vurmaya uygun bir vaziyet almak için çalışmaya başladım. Emmare işi anladı:

- Ya!...Beni mutlaka yok etmek istiyorsun demek! Dur öyleyse dedi. Ve tam kılıcı böğrüne sokacağım sırada yüzündeki perdeyi kaldırdı. Hayal edemeyeceğim bir güzellik gözlerimi kamaştırdı. Kılıç elimden düştü. Emmare kemerimden tutup beni filin üzerine aldı. Ehrimen’in huzuruna getirdi, teslim etti….

Ben yenildikten sonra, İzid’in elindeki küreden yavaş yavaş nur kalkmakta ve karanlık her tarafı kaplamaktaydı. Ehrimen tarafı galip gelmişti:

- Karanlıklar! Karanlıklar! Aslolan karanlıklardır. Galip geldik, diye bağırıyorlardı.

Bizim taraf ise:

- Ey nurun nuru. Nurunu kaldırma, diye yalvarıyordu.

Hürmüz, Nur Perisinin önünde secde etti.

- Eşsiz İzid! Medet, medet! Senden medet! Senin başın, senin hakkın için, dedi.

Hürmüz başını secdeden kaldırmıyordu. Ehrimen ise başını göğe doğru kaldırmıştı. Karanlık, küreyi o derece kaplamıştı ki, ancak kenarında bir nokta kadar nurani lekecik kalabilmişti. İşte o sırada uzaktan bir ses işitilmeye başladı. Bu ses, erkekçe olduğu kadar latif, latif olduğu kadar erkekçe idi. Şarkı söylüyordu. Nihayet karanlıkların içinde, yüzünün nurundan etrafı aydınlanan ve bu şekilde kendisi tamamıyla fark edilen bir süvari göründü. Dört ayaklı, altın boynuzlu, neft yeşili renginde bir ejderhaya binmiş olan bu pehlivan; güzellik timsali yahut güzellik kaynağı denecek kadar güzeldi. Kıvırcık ve kestane rengine yakın, daha doğrusu bazen siyah, bazen kırmızımsı görülen kıvırcık saçları omuzlarına dökülmüştü. Başında kıymetli taşlarla süslü bir taç, üzerinde yeşil renkli ipek bir elbise vardı. Şarkı söylüyordu. Biz de ürkek ürkek o yüce sesi dinliyorduk:

Ben oyum ki, heybetim kainatı titretir
Ben oyum ki, kuvvetim herkese üstün gelir
Ben oyum ki, her kim olsa önümde boyun eğer
Ayak bastığım toprağa, insanlar secde eder
Ben oyum ki, kahramanlar arasında yoktur benzerim
Kahramanlar zümresi hizmetçileridir kale’min
Ben oyum ki, adalet terazimde eşittir tüm insanlar
Bence hep aynıdır köleler ve şehinşahlar
Kılıcıyım kısaca İzid’in azamet ve kudretinin
AŞK'ım ben, heybetim kainatı titretir

(Ben oyum ki satvetimden kainat lerzândır,
Ben oyum ki zûr-i bazum hakim-i her cândır.
Ben oyum ki her kim olsa serfuru eyler bana
Hak-i payim secdegah-ı zümre-i insandır
Ben oyum ki siret-i merdide yoktur benzerim
Hadimin’i barigahım zümre-i merdandır.
Ben oyum ki, mizan-ı adlimde müsavi cümle halk
Şehinşahlarla gedalar bence hep yeksandır
Hasılı, şemşir-i izz-ü kudretiyim İzid’in
AŞK'ım ben, satvetimden kainat lerzandır)

....”

* Amak-ı Hayal (Hayalin Derinliklerinde), Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi

30 Ocak 2007 Salı

Münacaat

Son dönem alimlerinden Elmalılı M. Hamdi Yazır'dan güzel bir münacaat:

İlahi,
Hamdini sözüme sertac ettim
Zikrini kalbime mi'rac ettim
Kitabını kendime minhac ettim
Ben yoktum var ettin
Varlığından haberdar ettin
Aşkınla gönlümü bi-karar ettin
İnayetine sığındım, kapına geldim.
Hidayetine sığındım, lütfuna geldim
Kulluk edemedim, affına geldim
Şaşırtma beni, doğruyu söylet
Neş'eni duyur, hakikatı öğret
Sen duyurmazsan ben duyamam
Sen söyletmezsen ben söyleyemem
Sen sevdirmezsen ben sevemem
Sevdir bize hep sevdiklerini
Yerdir bize hep yerdiklerini
Yar et bize erdirdiklerini
Sevdin habibini, kainata sevdirdin
Sevdin de hıl-at'i risaleti giydirdin
Makam-ı İbrahim'den Makam-ı Mahmud'a erdirdin
Server-i asfiye kıldın
Muhammed Mustafa kıldın
Salat-ü selam, tahiyyat ü ikram
Her türlü ihtiram O'na,
Onun ailesine, aline, ahbabına
Ashabına ve etbaına Ya Rab!

5 Ocak 2007 Cuma

Matrix, gerçeğin çölü ve hakikati inkara şartlanmış olanlar

Son zamanların en dikkat çekici filmlerinden biri olan Matrix'de, Neo kırmızı hapı seçince, Morpheus ona şöyle sesleniyordu: “Gerçeğin çölüne hoş geldin.” Filmde, Cypher karakteri ise hain olarak tasvir ediliyordu; Yahuda’nın (Judas) filmdeki karşılığı bir anlamda. Cypher, iç çatışmalarının ardından arkadaşlarına ihanet ederken ajanlara şunları söylüyordu:

- Bu bifteğin gerçek olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda matrix’in beynime bunun taze ve sulu olduğunu söylediğini biliyorum. Ama dokuz yıldan sonra neyi fark ettim biliyor musunuz? Cehalet mutluluktur.
Bunu alıntıladıktan sonra, Muhammed Esed'in "Kur'an Mesajı" isimli tefsirinde "küfür" kelimesini "hakikati inkara şartlanmışlıkla" karşıladığını da ayrıca hatırlayalım. İlginçtir, Cypher’in söylediği sözlerde işte tam bu var. Çünkü küfür, nefsin arzularının tatmini uğrunda, bile bile hakikate sırt dönmek demektir.

Ama iş burada kalmıyor. Morpheus’un dillendirdiği “gerçeğin çölü” ifadesine tekrar dikkat çekmek istiyorum. Bu sözde derin bir bilinçaltının izleri mevcut. Film boyunca realite, kuru, tatsız, zevksiz ve yaşaması ve katlanması zor bir hayat olarak tanımlanıyor. Yani Morpheus’un, Trinity’nin veya Neo’nun zihin yapısını bu bağlamda Cypher’den ayıran çok fazla şey yok.

Filme göre hakikat, katlanılması gerekli ama tatsız bir olgudur, ve hakikati kabul eden kişi bütün zevk ve güzellikleri matrix'te bırakıp gelmektedir. Bu, aslında tam da Batılı zihin yapısının dışavurumudur. Batılı kafa, hakikatteki sadeliği sevmez. Tam tersine yaşanmaz bir yerdir hakikatin dünyası. Bu yüzden de Batılı insan tipi, başını kendi zevklerine göre tasarlanmış yalancı bir simülasyon olan matrixten dışarı uzatmak istemez. Sözkonusu yalancı matrix, haksızlık ve adaletsizliklerle örülmüş, ötekilerin kanı ve teri pahasına kurulmuş olsa bile.

Batılılar bu bağlamda tam da Cypher’in “cehalet mutluluktur” aforizmasına uygun tavırlar sergiler. Hakikatin tatsız ve kendi menfaatlerine dokunan dünyasına geçmektense, matrix’i kutsamayı evla sayar. Mesela içlerinden biri çıkar ve dünyadaki adaletsizliğin Tanrı’nın dileği olduğunu ve bunu kabullenip buna uygun davranmak dışında bir şey yapamayacaklarını söyleyiverir, yani matrix'i kutsallaştırma yoluna gider.

Batı dünyası yüzyıllardır Yahuda’nın zihin yapısıyla İsa’yı takip ettiğini söyleyip duruyor. Fakat kendi kendine söylediği bu yalana inanmaya daha ne kadar devam edecek?

Bütün bunları neden mi anlatıyorum? Batı’nın bu gönüllü matrix tutsaklığını Lübnan Savaşında da gördük. Başta ABD olmak üzere pek çok Batı hükümeti ve genel kamuoyu, çocuk katliamlarına göz yumma alçaklığını gösterme pahasına İsrail’in arkasında durdu ve bu katliamı çeşitli yollarla meşrulaştırma yoluna gitti. Asıl işgalci ve teröristin İsrail olduğu gün gibi ortadayken, Batılı kafa yapısı bunu kabullenmeyi, içine iyice yerleştiği sahte gerçekliğin devamı için bir tehlike olarak gördü. Yine hakikate sırt dönmeyi seçti.

2 Ocak 2007 Salı

Günde kaç vakit namaz var?

Kelimenin Aslı başlıklı yazıda İslam dünyasında Arap dili üzerine çalışmalara yoğunlaşılmasının en başta gelen nedeninin Kuran'ın doğru bir şekilde anlaşılması olduğunu belirtmiştim. Aşağıda dili kullanarak Kuran'ın doğru bir şekilde anlaşılmasına ilişkin güzel bir örnek var.

Konu, günde kaç vakit farz namaz bulunduğuyla ilgili. Bir kısım insanlar Kur'anda anılan namaz vakitleri sayısının üç olduğunu söyleyerek kafa karıştırıyorlar. Şimdi konuyla ilgili bir alıntı yapacağım:

"Namazları ve orta namazını (üstlerine düşerek, titizlik göstererek) koruyun ve Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak (namaza) durun."(Bakara Suresi, 238)

Ayet-i kerimede "namazlar" anlamındaki "salâvat" kelimesi çoğuldur. Arapça da çoğul üçten başlar. "İki'' ye tesniye denir ve ''iki namaz'' sözü "salateyn'' şeklinde söylenir. Demek oluyor ki, ayetteki ''salavat'' sözünden en az üç namaz anlaşılır.

Ayrıca bir de "orta namaz" var. Çünkü matuf, üzerine atıf yapılandan ayrıdır. Bu sebeple "orta namaz", "namazlar'' ifadesine dahil olmadığı gibi, her iki yanında eşit sayı bulunmadığı için, üç namazın arasında yer alacak bir namaza ''orta namaz'' denilmesi de mümkün değildir.

O halde, ayetteki "salavat" kelimesi, en az dört namazı ifade eder. Orta namaz buna eklendiğinde beş vakit namaz ortaya çıkar. Orta namazın ikindi namazı olduğu bazı hadislerde açıklanmıştır.

Powered by Blogger