Martin Heidegger ve felsefesi
Marx'ı nasıl Hegel'e göndermede bulunmadan anlamak mümkün değilse, Martin Heidegger'i de Edmund Husserl'a göndermede bulunmadan anlayamayız. Heidegger, Husserl'da zirveye ulaşan kartezyen felsefenin özne-nesne, algılayan-algılanan, düşünen-düşünülen dualizmine karşı çıkan çok farklı bir varlık felsefesi geliştirmiştir.
Husserl'a göre gerçekte şeylerin var olup olmadığı hususu felsefenin açıklığa kavuşturamadığı (ve belki de kavuşturamayacağı) bir konudur. Emin olabileceğimiz tek şey, algılayan bir bilincimizin ve bilincimizin yöneldiği fenomenlerin bulunduğudur. Yani bir anlamda, ontolojik problem paranteze alınabilir veya bir tarafa bırakılabilir. Fenomenler bilincin nesneleridir. Bunları bilincimizin nesneleri olmaları bakımından araştırabiliriz. Deneyimlenen şeyi, kendi özünde ne olursa olsun, deneyimimizin bir nesnesi olarak sistematik bir analize tabi tutabiliriz.
Heidegger bu fikirde değildir. İnsanın şeylere fiilen bağlanma şekli, temelde özne-nesne ilişkisi biçiminde gerçekleşmez. Özellikle, farkındalık ve bilinç hiçbir şekilde önkoşul değildir. Bunu bir örnekle açıklar. Bir demirci ustası elindeki çekici sallarken onun farkında bile olmaz. Çekiç, vurması gereken yere sanki kendiliğinden inip kalkar. Demirci işini yaparken, bir başkasıyla çok ciddi bir konuyu rahatlıkla konuşabilir. Araba kullanan bir insanın, vites atmak için bu olayı bilincinde canlandırma gereği duymaması da bu kabildendir.
Biz insanlar en karakteristik var olma tarzımızla, kendi dışımızdakilerden bir cam pencere ile ayrılmış, dış gerçekliğin bilgisini kazanmaya çalışan varlıklar değiliz. Tam tersine onun bir parçasıyız, en başından beri onunla birlikte varız. Heidegger, burada çekiç örneğini sürdürür. Çekicin bir anlam kazanabilmesi ancak çiviler, odun ve binalarla birlikte kazandığı işlev sayesindedir. Benzer şekilde, bizim çekiç kullanma becerimiz de, ayakta durma, hareket etme ve konuşma gibi başkaca becerilerin oluşturduğu bir artalan üzerinde mümkündür.
Özetle, bizim nesnelerle ilişkimizi mümkün kılan şey, zihnimizin içindeki değil, zihnimizin dışındaki bir şey(ler)dir. Bu, paylaşılan şeylerin ve pratiklerin dünyası olup, Heidegger buna varlığı anlamamız ya da varoluşa dair kavrayış adını verir. Varlığa dair ortak kavrayışımızın oluşturduğu artalan üzerinde süregiden yaşayımıza Heidegger özel bir terim üreterek "Dasein" adını verir. Dasein rutin varoluş anlamına geldiği gibi "oradaki varlık," "orada olma" gibi anlamlara da sahiptir.
[Sözkonusu artalan olmasa, çekiç dediğimiz şey ucunda metal bir topuzun yeraldığı bir tahta parçasından ibaret kalacaktı. Bu da elbette birşey ifade eder. Bu durum, "bu nesne bir kg ağırlığındadır" gibi bilimsel önermelerle anlamlandırılabilir. Şeylerle karşı karşıya gelmenin bir başka yolu da, onların işlevlerini yitirmeleri durumundadır. Demirci ustası ancak çekicin sapı koptuğunda dikkatini ve bilincini ona yöneltir. Husserl'in fenomenolojisini icra etmeye başladığı evre işte bu nispeten geç evredir ve böyle bir bilinçli yöneliş arasıra gerçekleşir.]
Karakteristik yaşamımız, demircinin çekiç sallamasına benzer bir tarzda devam eder. Gerçek bir bilinçli yönelişten sözedilemez. Fakat Dasein, herhangi bir dasein dünyanın temelsizliğinin belli belirsiz farkındadır. Buna göre, şeyleri halen yaptığımız tarzda yapmamız nedensizdir. Tanrı böyle emretmediği gibi, insan doğası da bunu gerektiriyor değildir. Heidegger "Dasein'in özünün onun egzistansı olduğunu" söyler. Yani bu, aslında bir insan doğasının olmadığı, ve biz nasıl olmayı istiyorsak öyle olduğumuz anlamına gelir. Bu (belirlenmemişlik) ise endişe verici birşeydir. Heidegger'in bunun için kullandığı sözcük, yurtsuzluk anlamında, "unheimlich"tir. Bizim yurtsuzluğa tepkimiz kaygı şeklindedir. İnsan bu kaygıya iki türlü karşılık verir. Ya anlaşılır olması için kendisinden talep edilen normlara döner, yani konformizme düşeriz; ya da, bu temelsizliği kabullenir ve sahici varoluşa döneriz. Bu, kaygıdan kaçmak yerine onu sahiplenmek demektir. Böylece, düşünceli ve bilinçli bir seçim yaparak, insan olmanın tümüyle farklı bir yoluna gireriz.
Buraya kadar olan kısım, Heidegger'in 1927'de yayınladığı "Varlık ve Zaman" adlı başyapıtındaki fikirleridir daha ziyade. "Sonraki Heidegger"den de sözedilir. Sonraki Heidegger'in en önemli farkı tarihselliği keşfetmiş olmasıdır. "Önceki Heidegger" yukarıda özetlenen görüşlerinin tarih boyunca tüm insanlığın ortak karakteristiği olduğunu düşünüyordu. Fakat daha sonra, Batılı varlık kavrayışının bir tarihi olduğunu ve kendisinin betimlemiş olduğu çağın modern çağ olduğunu farketti. Eflatun öncesi Yunanlılar kendilerini kökleşmiş hissediyor, yurtsuzluğu ve kaygıyı bilmiyorlardı. Bu yüzden, Heidegger, Plato öncesi çağı incelemeye çalıştı. Bunda Nietzsche'nin görüşlerinin etkisi açıktır. Nietzsche de, Eflatun'un hocası Sokrat'ı, akılcılığı getirdiği ve kendi tabiatları hilafına insanları akla ve etiğe boyun eğmeğe zorladığı için neredeyse lanetler.
Heidegger ortaçağ insanını da Tanrı'ya teslimiyeti dolayısıyla modern insanın hüsranından uzakta görür. Modern insanın varlık anlayışında, kontrol edeceğimiz ve kullanacağımız nesneler vasıtasıyla tatmin etmek durumunda olduğumuz istek ve arzulara sahip öznelerizdir. Fakat bundan da ötesi, herşeyi, hatta zamanla kendimizi bile, verimli kullanılması gereken kaynaklar olarak gören teknik kavrayışa yenik düştüğümüzü söyler. Artık hakikati değil, sadece etkinlik ve verimliliği arıyoruz.
Heidegger varlık sözkonusu olduğunda önceliği insana vermez. İnsana merkezi bir mevkii veren "öznellik" tekniğin son galibiyetidir. Çünkü insan onun sayesinde dünyaya gösterişli bir tarzda egemen olduğunu düşünmektedir. Halbuki, varlığı anlamamızın insan varlıklarına "verilmiş" olduğunu farkedemiyoruz. İnsan Varlığa nüfuz edemez. Tam tersine, o, insan vasıtasıyla kendini açığa çıkarır. Bu itibarla, modern insanın teknolojik kavrayışa teslim olması nihilizmdir (hiçlik). Çünkü nihilizm varlığın gecikişinin tarihidir. Fakat, nihilizm insanlığın devamlı bir oturma yeri de değildir. Teknolojiyi değil belki ama, varlığı teknolojik bir tarzda anlamamızı aşarsak nihilizmden çıkışın bir yolunu da bulabiliriz.
[Heidegger'e göre olumsal anlamda Varlık, açık olabilmek, gizli olmamaktır. Buna göre dolaysız ve doğrudan doğruya var olmak (seiend) herhangi bir tarzda varoluş değildir. Doğrudan doğruya varolmak, ışıkta olmak, görünüşe ulaşmak demektir. Öyleyse varlık "ışıklanma"nın bir olayıdır. Ve aslında Varlığın berliginleşmesi de hiçliğin keşfi ile olur. Eğer biz korkunun içinde hiçlikle karşılaşmamış olsaydık, ve hiçlik dünyayı bütünüyle elimizden kaydırmamış olsaydı, biz onun varoluşuna ya da kendi kendini varedişine dikkat etmeyecektik.
Son olarak Heidegger'in dil ile ilgili görüşlerine yer verelim, çünkü sözkonusu "ışıklanma" olayı dil ile yakından alakalıdır. Heidegger'e göre dilin, pratikleri yansıtma veya dikkati onlar üzerinde toplama gibi temel bir rolü vardır. Bir vokabüler şeyleri isimlendirerek varlığa getirebildiği gibi, bir çağın duyarlılığını da değiştirebilir. Dil, pratikleri, onlar üzerinde odaklaşarak koruyup yayabilir. Ne var ki, dili açımlayan ve yeni varlık tarzları geliştirip onlara istikrar kazandıranlar, rahip veya bilim adamları değil, şairler ve düşünürlerdir. Bireyselci olmayan dünya umudunu yalnız onlar sağlayabilirler.
Heidegger, şöyle der: "Tanrılara yetişemedik. Varoluş içinse daha çok erken." Kurtuluş, varoluşun gelişiyle mümkün olacaktır. Güncel düşünüş buna hazırlamalı ve fikirleri açımlamalıdır. Felsefeye Katkılar isimli eserinin son iki bölümü "Müstakbel Olanlar" ve "Son Tanrı"dır. Müstakbel olanlar, Son Tanrı'nın uğramasına hazırlanırlar ve şairin arkasında toplanırlar. Daha sonra bu Son Tanrı sözünü bırakır.]
Kaynaklar:
1)Büyük Filozoflar, Bryan Magee, Paradigma Yayınları (Çeviri çok başarılı)
2)Felsefenin Arka Merdiveni, William Weischedel, İz Yayıncılık (Çeviri kötü)