Tekniğin hükümranlığını aşabilir miyiz?
Jacques Ellul'un tekniğin aşılabilirliği konusundaki ümitsizliğine karşın, Martin Heidegger varlığa dair teknolojik kavrayışımızı değiştirebilirsek, nihilizmden kurtulabileceğimiz düşüncesinde.
Öte yandan, Erich Fromm, insan doğasını anladığımız takdirde neyin iyi neyin kötü olacağını bulabileceğimizi söyleyerek meselenin çözümünü bilinmez bir tarihe bırakıyor. İsmet Özel ise, "Üç Mesele"de, "Batı tekniğinin" reddini ve tekniğe müslümanca bir yaklaşımı öneriyor. Bunu açımlamada onun da çok net olmadığını düşünsem de, yaptığı bir analojiyi ilginç buldum. Batı tekniğini, Firavun'un Hz. Musa'nın karşısına çıkardığı sihirbazların oyunlarına benzetiyor.
Teknik sihirbazların sihrine tekabül ediyorsa, öyleyse yapmamız gereken şu anki dünyamızda Hz. Musa'nın asasına tekabül eden manivelayı bulmak. Ama nasıl?
Açıkçası teknik bugün bir fasit daire haline gelmiş görünmektedir. İnsanlığı bu fasit daireye sokan ise temel insani dürtülerdir yine. Tekniğin göz kamaştıran gücü, ondan mahrum olmanın hüsran olacağı sonucuna götürmektedir. Bu ise, insanları ve toplumları kaçınılmaz bir rekabete, umutsuz bir yarışa sokmaktadır. Burada resme, ekonomik rekabet de dahil olmaktadır. Teknolojik yarış, ekonomik bir yarıştır aynı zamanda. Tekniğin son 200 yılda sağladığı ilerlemeyi sadece bilimsel gelişmeye bağlayamayız. Sermayenin ve merkantilist zihniyetin daha fazla üretme ve satma dürtüsü, hem kolonyalizmin hem de teknik ilerlemenin itici gücü olmuştur desek herhalde yanlış olmaz.
Tekniğin önemli bir yönü, fiziki dünyanın istismarına dayanmasıdır. Tekniğin hükümranlık alanını genişletmesi, dünyanın dengesi pahasına olmaktadır. Kuran'ı Kerim'de bahsi geçen "karada ve denizde fesat" çıkaran saik, bugünkü teknikten başka ne olabilir ki?
İslam toplumlarının fiziki dünya ile ilişkisi farklı bir düzlemdedir. İsmet Özel'in verdiği bir örnek var. Balina yağıyla rekabet edebilmek için padişah fermanıyla koruma altına alınmış yunuslardan yağ çıkarmayı, ya da martıların tüylerini yolup kuştüyü ticareti yapmayı teklif eden Barachin, Osmanlı sarayında hiç de hoş karşılanmamıştı. Çünkü Osmanlılar modern medeniyet denen şeyin istismar üzerinde yükseldiğini anlamıyorlardı, böyle bir anlayışa çok uzaktılar.
Aslında dönmemiz gereken anlayış, Barachin'e "ne diyor bu adam" türlü bakışlar fırlatan Osmanlıların anlayışı. Fakat Osmanlı'nın Batı karşısındaki yenilgisini de unutmamak gerekir. Mustafa Armağan Osmanlı Devletinin kapitalizme sonuna kadar direndiğini ve ona teslim olan en son kale olduğunu söylerken haksız değil.
İşte tam burada fasit daire sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz. Dünyanın bir kısmının eşyaya saygı duyması kafi değil. Tek taraflı bir saygı anlayışı, kötü niyetli olanın lehine haksız bir güç dengesi yaratıyor. Belki de ihtiyacımız olan topyekün bir yenilenme ve ruh devrimidir.
Aslında, insanlık zaman zaman bu tür fasit dairelere girmekte, bunlardan çıkışı daha çok (ruhsal) devrimle olmaktadır. Örneğin, 6. yüzyıl dünyası büyük imparatorlukların zayıflama ve parçalanma sürecini yaşadığı, adalet mefhumunun kaybolduğu, toplumun her katmanında küçük tiranların türediği, güçlü olanın zayıf üzerinde hakimiyet kurduğu, insanlığın bir herc-ü merc içinde donuklaştığı bir dönemdi. İslam dini dünyaya 1000 yıldan uzun sürecek yeni bir soluk getirdi.
Şu an içinde bulunduğumuz fasit daireyi aşmak için de böyle bir ruh devrimine ihtiyaç var belki. Ama bunun ne tür bir devrim olacağı ve nasıl geleceği bambaşka bir tartışmanın konusu.